SİNEMANIN DOĞUŞU
28 Aralık 1895te Paris Grand Caféde Lumiére Kardeşlerin yaptığı film
gösterimi, sinemanın doğuşu olarak kabul edilir. İlk yıllarında panayırlarda
eğlencelik olarak gösterilen ve bu özelliği üzerinden ticerileştirilen
sinema, hızlı teknik ve kuramsal ilerlemenin açtığı yolda bir eğlence sektörü
olmaktan sıyrılarak görsel sanatlar arasındaki sarsılmaz yerine oturdu.
Yaşamın her alanına içkin olan siyasetin sinemayla buluşması da bu döneme
rastlar: Sinema ile siyaset ilişkisi ilk uzun metrajlı film olarak kabul
edilen Griffithin Bir Ulusun Doğuşu (1914) adlı filminden bu yana var
olmuştur. (Ertan Yılmaz, 1968 ve Sinema, Kitle Yayınları) Dolaylı ya
da dolaysız olarak ideolojiyle bağı kurulabilecek diğer sanatlardan öte,
sinemanın siyasetle ilişkisi gerçekin izini taşıması, malzemesinin gerçek
hayatın içinden gelmesi dolayısıyla daha etkileyici, daha yönlendirici
olduğu ve bir maddi güçe daha fazla yaklaştığı söylenebilir. Lenin, Bizim
için sinema, bütün sanatların içinde, en önemli olanıdır derken bu maddi
güce işaret etmektedir.
Yaşamın içinden seçilen şeyleri sunan yönetmenin bu malzemeyi siyasallaştırmak
gibi bir çabası olması gerekmez. Seçimin olduğu her yerde anlam zaten vardır
ve bir anlamlandırma süreci olan sinemanın seçtiği şeyler bilinçli ya
da bilinçsiz- ideolojik duruşunu da ortaya koyar.
İkinci Emperyalist Paylaşım Savaşından ekonomisini güçlendirerek çıkan
tek ülke olan ABD, dünya liderliği ve sosyalizmin çökertilmesi yolundaki
çabasında sinemaya (Hollywooda) önemli görevler biçmişti. Batı Avrupanın
ekonomik anlamda güçlendirilmesini ve Amerikan yaşam tarzını benimsemesini
hedefleyen Marshall Planı, buna iyi bir örnektir: Fransanın Nazi işgali
altında olduğu yıllarda iktidardaki Vichy Hükümeti, Hollywood yapımı filmlerin
ülkeye girmesini yasaklamıştı. Alman işgalinin sona ermesinden hemen sonra,
ABD ordusunun psikolojik savaş bölümü, yeni gösterime girmiş dört yüzden
fazla Amerikan filmini, Fransada dağıtılması için Amerikan dağıtım şirketlerine
teslim etti. ABD, Marshall Planı çerçevesinde savaş boçlarının silinmesi
ve 650 milyon dolarlık maddi yardım hak etmesi için Fransız Hükümetine
dayattığı koşulların başında, kilit sanayi kollarında kendisine ayrıcalık
tanınmasını dayatmıştı. Blum-Byrnes adıyla anılan antlaşma 28 Mayıs 1946da
imzalandığında, ayrıcalık istenen kilit sanayi kolları listesinde sinema
endüstrisi de bulunuyordu. (Murat Bayramoğlu, Marshall Planından Bahar
Devrimine Hollywood Sinema Endüstrisi, Evrensel Kültür, Eylül 1999 içinde)
Bu müdahale tavrı, Fransayla sınırlı kalmadı. İtalya, İngiltere ve Almanyada
pastadan payını alacaktı. Bir süre Hollywood sinemasına karşı dayanan ulasal
sinemalar, bir süre sonra etkinliklerini yitirerek Hollywooda yenik düştüler.
Bu emperyalist hesapların dışında ve karşısında siyasal sinema olarak
tanımlanabilecek ve yaşanası, sınıfsız, sömürüsüz bir dünya özlemini
açıktan dile getiren bir kesimin oluştuğu da görmezden gelinemeyecek bir
gerçek. Kökleri daha öncesine dayanan ama özellikle 60lı yıllarda ivme
kazanan siyasal sinema, sinemaya yalnızca dolaysız olarak siyasallığı
sokmakla kalmayıp, sinemanın daha 20lerde özellikle Sovyet sinemacılar
tarafından atılmaya başlanan kuramsal temeline de ciddi katkılar sundular.
Fransada Chaiers du Cinéma dergisi etrafında gelişen ve Yeni Dalga akımında
somutlanan avant garde hareketin yanı sıra, İtalyada varolan muhalif kültür
öğelerini kullanarak sinemada gerçekçiliki geliştiren Yeni Gerçekçilik,
bunlara paralel olarak kuramsal bir yapı üzerinde şekillenen yeni İngiliz
sineması Free Cinema ve Amerikada Hollywooda tepki olarak gelişen
Yeni Hollywood bunlara sunulabilecek en iyi örnekler belki de. Bu dönemde,
ticari ilişkileri reddeden, sinemayı bir seyirlik eğlence olarak değil,
zihinsel bir etkinlik, entelektüel bir üretim olarak gören ve Hollywood
sinemasının getirdiği estetik kalıpları zedeleyen bir sinema çıkıyor
ortaya. Yine Ertan Yılmaza dönersek: Godard, yine Yeni Dalga yönetmenleri
gibi, ama kendi tarzı içinde, sinemayı sogulamış, kalıplarını/konvansiyonlarını
yıkmış, senaryodan oyunculuğa, ışığın kullanımından makyaja, dekordan kamera
kullanımına, noktalama işaretlerinden ses kuşağına hatta Dziga-Vertov döneminde
yaptığı gibi filmelerin dağıtımına kadar (Dziga-Vertov döneminde filmlerini
kopyalayarak üniveristelere vb. Giderek filmlerini üniversite öğrencileriyle
tartışmak yolunu seçmişti Godard E.İ.C), sinemanın başka bir tarzda olabileceğini,
hatta olması gerektiğini söylemiştir. Godardın o döneme kadar varolan
egemen sinema ile yalnızca estetik anlamda hesaplaşmamış, giderek bu hesaplaşmasını
siyasal alana kaydırmıştır. (Ertan Yılmaz, Avrupalı Yönetmenler, Kitle
Yayınları içinde).
Bugün, Hollywood sineması kenid geleneği üzerinde varlığını sürdürürken,
alternatif-muhalif sinema da Hollywood ilişkilerinin dışında kalmış bir
sinemayı kendisine dayanak noktası yapıyor.
Hollywood sineması bugün de -geçmişte olduğu gibi- açıktan siyasal-ideolojik
mesaj vermek yerine -çünkü bu seyirciyi düşünmeye sevkeder ki bu da egemenlerin
istemediği bir şeydir- kendi ideolojisini seyirciye dolaylı yollardan ve
farkettirmeden benimsetmeye çalışıyor: kitlelerin siyasallaşmaları her
ne şekilde olursa olsun sakıncalıdır. Amerika bu yüzden McCarthyci bir
dönemden geçmiştir ve bu yüzden Hollywoodun en ciddi muhalefeti -birkaç
istisna dışında- sivil toplumculuktan ileriye gitmez.
Sinema artık geçmişe oranla çok daha pahalı bir sanat dalı ve bağımsız
çalışmak her geçen gün daha da zorlaşıyor. Alternatif-muhalif sinema her
ne kadar eski etkinliğini -biraz da bu nedenle- yitirmiş olsa da önünde
işlenecek çok geniş bir alan bulunuyor. Bu alanı değerlendirmek de arkaplanında
ciddi bir deneyim bulunan genç sinemacılara düşüyor. Bunu belki sinema
gibi pahalı bir biçimde değil ama dijital görsel sanatlar ve video-art
gibi daha ucuz ve erişilebilir bir biçimde gerçekleştirmek boyunlarının
borcudur.
Sinema bir trenin gara girmesiyle yeniden ve yeniden doğacaktır genç
sinemacıların ellerinde tıpkı 105 yıl önce Grand Caféde olduğu gibi.
vertov
|