AKKUYU NÜKLEER SANTRAL İHALESİ:

 

SORULAR VE CEVAPLAR...

 

 

Hazırlayan:

Arif Künar

Elektrik Mühendisi

Elektrik Mühendisleri Odası Nükleer Enerji Komisyonu Üyesi

 

27 Aralık 1999

 

 

 

Sunuş

 

İçindekiler

 

  1. DÜNYA NÜKLEER ENERJİDEN VAZGEÇİYOR. AKKUYU NÜKLEER SANTRALI’NA TEKLİF VEREN ÜLKELERDE EN SON DURUM NEDİR?
  2.  

  3. NÜKLEER ENERJİ, İDDİA EDİLDİĞİ GİBİ UCUZ MU?
  4.  

  5. YAŞANAN YÜZLERCE KAZA VE GERÇEK RİSK ORANLARI, NÜKLEERCİLERİN TEORİK HESAPLARINA UYUYOR MU?
  6.  

  7. NORMAL İŞLETME SIRASINDA SANTRAL CİVARINA YAYILAN VE KAZALARLA ÇEVREYE SIZAN RADYASYON ZARARSIZ MI? 50 YILDIR NÜKLEER ATIK SORUNU HALA ÇÖZÜMLENEMEDİ.
  8.  

  9. İKİTELLİ ÖRNEĞİNDE OLDUĞU GİBİ, NÜKLEER SANTRALI OLMADAN BİLE RADYASYON KAZASI YAŞAYAN VE 17 AGUSTOS DEPREMİNDE YAŞADIĞIMIZ ÜZERE, FELAKETLERE HAZIRLIKSIZ OLAN BİR ÜLKEDE; ECEMİŞ FAY HATTI YAKININA, AKKUYU NÜKLEER SANTRALI KURULABİLİR Mİ?
  10.  

  11. TÜRKİYE, NEDEN 35 YILDIR ISRARLA NÜKLEER SANTRAL PEŞİNDE KOŞ(TURUL)UYOR?
  12.  

  13. TÜRKİYE’DE ‘ENERJİ KRİZİ’ YOK, ‘ENERJİ YÖNETİMİ KRİZİ’ VAR. KARANLIK KAPIMIZDA MI YOKSA KAFALARIMIZDA MI?
  14.  

  15. TÜRKİYE; ENERJİ BAKANLIĞI, TEAŞ, TAEK NÜKLEER SANTRAL PROJELERİNE HAZIR MI?
  16.  

  17. TÜRKİYE’NİN NÜKLEER ENERJİYE GERÇEKTEN İHTİYACI VAR MI?
  18.  

  19. ÜLKEMİZDE YANLIŞ BİR ENERJİ VE SANAYİLEŞME POLİTİKASI İZLENİYOR.
  20.  

  21. PEKİ! NEDEN AKKUYU?
  22.  

  23. ÇED YÖNETMELİĞİ AKKUYU’YA UYGULANMIYOR. UYULMASI GEREKEN ULUSAL/ULUSLARARASI ANLAŞMALAR DİKKATE ALINMIYOR.
  24.  

  25. STK’LAR, SAĞDUYULU YURTTAŞLAR VE AKKUYU’LU KÖYLÜLER, 1978’DEN BERİ ‘ATOM SANTRALINA HAYIR’ DİYOR.

 

 

Ek:

 

ELEKTRİK MÜHENDİSLERİ ODASI YÖNETİM KURULU TARAFINDAN HAZIRLANAN ‘TÜRKİYE’NİN ENERJİ GERÇEĞİ VE NÜKLEER SANTRALLER’ RAPORUNDAN

‘TÜRKİYE’NİN MEVCUT ELEKTRİK ÜRETİM/TÜKETİM ORANLARI,

NÜKLEER SANTRALSİZ ENERJİ PLANLAMALARI,

ELEKTRİK BİRİM MALİYETLERİ KARŞILAŞTIRMASI...’ BÖLÜMLERİ.

 

 

  1. DÜNYA NÜKLEER ENERJİDEN VAZGEÇİYOR. AKKUYU NÜKLEER SANTRALİ’NE TEKLİF VEREN ÜLKELERDE EN SON DURUM NEDİR?

 

50 yıl önce, ‘sayaçsız, bedava elektrik’, ‘sonsuz elektrik ’ olarak lanse edilen ve bütün dünyayı kaplayacağı varsayılan nükleer santrallerden, bugün hızlı bir kaçış vardır.1974 yılında Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı’nın (IAEA) hazırladığı bir rapora göre; 2000 yılında dünyada 4500 adet nükleer santral olacaktı. Oysa 1999 yılı sonu itibariyle, 434 adet işletmede olan ve 36 adet de, birçoğu neredeyse 15-25 yıldır yapımı devam eden nükleer santralı toplarsak; en fazla 470 adet santral olacaktır. Görülüyor ki, nükleer sektör ile nükleer enerji taraftarları için, tam 10 misli bir yanılgı ve büyük bir hayal kırıklığı olmuştur.

 

Hayatını nükleer santral kurmaya adamış olan TAEK eski Başkanı ve aynı zamanda Akkuyu ihale şartnamesini hazırlayanlardan merhum Prof Dr. Nejat Aybers’in, 34 yıl önce yazdığı ‘bilimsel’ öngörüsüne göre; ’ Netice olarak hangi şekilde olursa olsun, 1977 senesinden itibaren kendini gösterecek enerji açığımızı, nükleer santral kurmak suretiyle kapatmak lüzumu hasıl olacaktır’(Türkiye’de Genel Enerji Tüketimi ve Nükleer Enerji, EİEİ Yayınları, 1966). 1977’yi çoktan geride bıraktık, 2000’e giriyoruz, nükleer santralımız yok ve henüz karanlıkta değiliz. Karanlıkta kalacağız korkutmalarıyla, nükleer santralleri ‘zorunlu ve tek çözüm’ olarak sunan akademisyenlerin, teknokratların ve politikacıların ne kadar yanıldıkları ortadadır. Maalesef bu ‘nükleer kafalar’, 35 yıl önce başladıkları bu ‘inatlarından’ vazgeçmediler. Hala kamuoyunu korkutmaya, yanıltmaya ve dünyanın terk ettiği bu köhne nükleer santralleri pazarlamaya devam ediyorlar.

 

Nükleer sektörde yaşanan bu büyük yanılgının ve fiyaskonun nedenlerine gelince; ekonomik olarak tam bir başarısızlık yaşanması, atıkların nasıl bertaraf edileceğinin hala çözümsüz olması ve birçok ülkenin başına çok büyük belalar açması, normal işletme anında bile çevreye sızan ve işletmede çalışanlara da zarar veren radyasyon yayılımı, sıkça yaşanan ve milyonlarca kişiyi etkileyen nükleer kazalar, nükleer silahlanmayı ve uluslararası tehditleri artırması, uranyum yakıtı işletmeciliğinin sorunları ve 2050’li yıllarda tükenecek olması, nükleer enerjiye karşı gelişen yurttaşlık bilinci ve kararlılığı, yeni, alternatif, temiz enerji kaynaklarının gelişmesi, enerji verimliliği, enerjinin etkin kullanımı ve tasarrufu yaklaşımlarının yaygınlaşması gibi birçok konuyu sayabiliriz. Nükleer santrallere sahip olan ve halen kullanan ülkeler, yukarıdaki nedenlerden dolayı artık nükleer enerjiden vazgeçmiş, hatta bazılarını ekonomik ömrü tamamlanmadan kapatma yoluna gitmişlerdir. Hızla yenilenebilir, alternatif enerji kaynaklarına, enerji verimliliğine, enerjinin etkin ve doğru kullanımına, tasarrufuna, az enerji kullanan yeni üretim teknolojilerine yönelmişlerdir.

 

Kraldan çok kralcı olan ve artık dünyanın terk ettiği köhne nükleer santralleri, ülkemizde pazarlamaya çalışan nükleerci akademisyenlere, politikacılara, bürokrat ve teknokratlara şu soruları sormak istiyoruz:

 

Peki nükleer santraller sizin iddia ettiğiniz kadar çevreci, temiz, risksiz, ucuz, sorunsuz, tehlikesiz ise, niye bize bunları satmaya çalışan ABD’de 1978 yılından, Almanya’da 1982 yılından, Kanada’da 1975 yılından itibaren yeni bir nükleer santral siparişi yok?

Ülkemizdeki nükleerci zevatın göz bebeği olan Fransa ise, 1997 yılından itibaren 2010 yılına kadar nükleer programını askıya aldı. Geçtiğimiz Eylül ayında, Yeşillerin Çevre Bakanı Dominique Voynet tarafından, Fransa tarihinde ilk kez, Carnet Nükleer Santrali’nin yapımı durduruldu.

 

Birkaç yıl önce gizlenen ve ortaya yeni çıkarılan Monju ve en son Eylül 1999’da yaşanan Japonya’nın en büyük nükleer kazası olan Tokaimura kazaları nedeniyle, Japonya halkı da nükleer santrallere karşı çıkmaya başladı. Japonya’da daha önceleri de,1996 yılında Maki kasabasına yapılmak istenen nükleer santral için, referandumda halk ‘hayır’ demişti.

 

Kanada’da, 1997 yılında 21 adet CANDU nükleer santralından 7’si, ABD’li ve Kanada’lı uzmanlarca yapılan denetimlerde yetersiz, tehlikeli ve yönetim hatası bulunduğu için kapatıldı ( Bu raporun çevirisi TEAŞ Nükleer Santraller Dairesi’nde mevcuttur). Eğer kendi nükleer teknolojisini geliştiren bir ülke, kendi ülkesine artık nükleer santral yapamıyor ve var olanları sağlıklı olarak işletemiyorsa, nasıl olur da bizim gibi bir ülkeye nükleer santral satıp, garanti verebiliyor?

 

Yalnızca ABD’de116, Kanada’da 10 nükleer santral siparişinden vazgeçildi. Avusturya’da yapımı 1978 yılında biten Zwentendorf Nükleer Santralı, referandum sonucu hiç çalıştırılmadan kapatıldı. Filipinler’de Marcos zamanında bitirilen Bataan Nükleer Santral’i, yapılan binlerce mühendislik hatası ve güvenlik nedeniyle işletmeye alınmadı. Brezilya ise, yapımı bitmekte olan 2.santralından ve 1.1 milyar dolar harcadığı 3. nükleer santralından vazgeçti. İsveç, 1980 yılında yapılan referandum sonucunda 2010 yılında, elektriğinin %46’sını elde ettiği tüm nükleer santrallerini kapatma kararı aldı ve bu yıl ilk santralını sökmeye başladı. İtalya, 1987’de yapılan referandum sonucu, nükleer enerjiden vazgeçti ve nükleer santrallerini kapattı. Rusya, hala etkileri devam eden Çernobil faciasından sonra, daha önce planladığı onlarca santral projesini iptal etti. Çin, daha önce sipariş verdiği tüm nükleer santrallerini, Nisan 1999’da askıya aldı. Endonezya, Tayland ve Vietnam gibi Asya Kaplanları, nükleer planlarını terk ettiler. Vazgeçen diğer ülkeler ise şunlar; Küba, Portekiz, İrlanda, Lüksemburg, Danimarka, Yunanistan, İspanya, Finlandiya, Belçika, İsviçre, Hollanda, İngiltere, Danimarka, İskoçya, Yeni Zelanda...

 

Nükleer Enerji Ajansı’nın 1997 yılında yayınladığı ‘Nükleer Enerji Verileri’ kitapçığına göre, mevcut ve bir türlü bitirilemeyen nükleer santraller dışında, dünyada en son planlanan 31 adet nükleer santralden 20’si Japonya, 8’i G.Kore, 1’i, Macaristan ve 2’si Türkiye olarak gözüküyordu. Japonya, Eylül 1999’da meydana gelen Tokaimura kazasından sonra, yapımı süren 2 adet dışında, 20 adet santral planından vazgeçmek zorunda kaldı. Aynı şekilde Ekim 1999’da G.Kore’ nin Wolsung Nükleer Santrali’nde de, Japonya’dakine benzer bir kaza yaşanınca, G.Kore’de şimdilik bekleme sürecine girdi. Nükleer endüstrinin, lobilerin gözü, kulağı ve eli, yalnızca ülkemize odaklanmış durumda. Hemen hemen her konuda; demokrasi, insan hakları, eskimiş, zararlı, kirli teknolojiler vb. konularında çifte standart uygulayan batılı ülkeler; kendi halkına reva görmedikleri nükleer santral konusunda da, batmakta olan nükleer sektörlerini kurtarmak için, bizim gibi ülkeleri pazar olarak kullanıyorlar.

 

  1. NÜKLEER ENERJİ, İDDİA EDİLDİĞİ GİBİ UCUZ MU?

     

    50 yılda ‘selamet’ değil, ‘lanet’ olduğu artık iyice anlaşılan ve resmen de kabul edilen nükleer santraller, risklerini, radyasyon ve atık problemlerini, telafi edilemeyen kazalarını bir yana bırakırsak; dünyanın en pahalı, hatta gelişmekte olan ülkeleri batıran bir enerji tercihidir. Dünyanın en borçlu 8. ülkesi olan Türkiye, aynı yolu bizden önce deneyen ve nükleer enerjiye kucak açtırılan en borçlu diğer ülkeler (Meksika, Çin, Hindistan, G.Kore, Brezilya, Arjantin, Rusya) gibi, ‘iflas’ etmeye doğru adım adım gidiyor.

     

    Teorik olarak, kağıt üstünde hesaplanan ve tekliflerde hep düşük gösterilen nükleer enerji birim fiyatları, hiçbir zaman gerçekleşmemiştir. Zaten ilk yatırım ve normal işletim maliyetleri çok yüksek olan nükleer santraller, 30-35 yıllık ekonomik ömürleri boyunca sıkça karşılaşılan kazalar, devre dışı kalmalar, bakımlar ve onarımlar nedeniyle; çok pahalıya enerji üretirler. Bu birim fiyatlara, hiç hesaba katılmayan; santralın sökümünü, kapatılmasını, kontrol altında tutulmasını ve bir de hala çözümsüz olan atıkların yok edilme masraflarını katarsak, ortaya korkunç rakamlar çıkmaktadır.

     

    Dünyanın en saygın ekonomi dergilerinden FORBES’in Şubat 1985 sayısında yayınlanan ‘Nükleer Çılgınlık’ başlıklı kapak yazısında; ‘ ABD nükleer güç programındaki başarısızlık, ABD iş dünyasındaki en büyük işletmecilik felaketidir. ’ denilmektedir. Nükleer enerji maliyetleri konusunda önde gelen bir otorite olan ve ABD’de Enerji Bakanlığı’na danışmanlık yapan, Başkan Bill Clinton’un en deneyimli nükleer enerji ekonomisti olarak adlandırdığı C. Komanoff; 1968 ve 1990 yılları arasında ABD’deki nükleer enerji üretimi üzerine geniş bir araştırma yaptı. Ticari nükleer üretim hakkında yeterli verilerin olduğu bu yıllar arasında, nükleer enerjinin Kw/saat maliyeti: 7.2 sent çıktı ( Fiscal Fission. The Economic Failer of Nuclear Power, Komanoff Energy Associates, 1992 ). Bizim ‘nükleer kafaların’ iddia ettiği gibi, birim maliyetler hiç te 3-4 sent değildir. Bu maliyetlere, atıkların saklanması için harcanacak yüksek meblağlar dahil değildir. Asla hesaplanamayacak olan bir başka bedel ise, herhangi bir nükleer kaza sonrası ortaya çıkan, çıkacak olan toplumsal, çevresel maliyettir. Ancak teorik hesaplamalarda ve Akkuyu Nükleer Santralı tekliflerinde önerilen Kw/saat maliyet ise, hala: 2.5-3.5 sent olarak gözükmektedir. Oysa, şu anda doğalgazın ve rüzgar enerjisinin Kw/saat maliyetleri: 4 sentler civarındadır. Özellikle rüzgar enerjisinin maliyetleri giderek daha da düşmektedir.

     

    İngiltere’de de yapılan araştırmalarda, nükleer enerjinin gerçek maliyetlerinin saklandığı, aslında kamuoyuna deklere edilenden çok daha yüksek olduğu kabul edilmiştir. İngiltere Bağımsız Elektrik Üreticileri Başkanı David Porter’in açıklamasına göre; ‘Nükleer santralden elde edilen elektriğin fiyatının yüksek olduğu ortaya çıktıktan sonra ve Londra Belediyesi’nin sektörün bu kısmının özelleştirilmesine sırtını dönmesinden sonra, Enerji Bakanlığı nükleer santralleri yaşatabilmek için subvansiye etmeye karar verdi.’( Modern Power Systems Journal, July 1992).

     

    ABD, İngiltere ve diğer bütün batı ülkelerinden sonra, nükleercilerin gözbebeği olan Fransa’da da, gerçek maliyetler artık tartışılmaya başlandı ve Fransa’da 2003 yılında yeni bir doğalgaz güç santralının, nükleer santralden çok daha ucuza elektrik üreteceği şimdiden kabul edildi. Yaptığı nükleer denemeleriyle, Avrupa’ya ve ABD’ye kafa tutan ve bir devlet politikası olarak bugüne kadar sorgusuz sualsiz devam eden nükleer enerji politikası, Fransa’nın dış borcunu artırmış (yalnızca EdF’in nükleer santrallerden kaynaklı olarak borcu, 30 milyar dolara ulaşmıştır) ve gelecekte bu politikaların bedelini tüm ülkenin ödeyeceği artık görülmeye başlanmıştır. Bu nedenle Fransa, yeni siparişlerini ve yatırımlarını 1997 yılında durdurmuştur.

     

    Nükleer santrallerin, 1970’li yıllarda 500-800 Milyon Dolar olan ilk yatırım maliyetleri, 1999’larda 4-5 Milyar Dolarlara çıkmıştır. Bunun önemli bir nedeni, yasal onayların, mevzuatların, lisanslamanın daha da zorlaşması ve halkın tepkilerinin giderek artması sonucu, 14-25 yıl yapımı süren nükleer santral maliyetlerinin katlanmasıdır. Ayrıca, yaşanan yüzlerce ciddi kazadan sonra, nükleer santral güvenliğini daha da artırmak için, ekstra masraflar yapılması da, maliyetleri korkunç artırmıştır. TEK Nükleer Santraller Dairesi eski Başkanı Güngör Bozkurt, Akkuyu Nükleer Santrali’ne verilen fiyat tekliflerinin gerçekçi olmadığını iddia ediyor; ‘ Kw’i, 2.5 sente dünyanın hiçbirinde verilememektedir ve keşif bedeliyle elektrik üreten nükleer santral çıkmamıştır. Benim çalıştığım Amerika’daki nükleer santralden örnek vereyim. Amerika’da enflasyon yoktu, 1983 ve 1984’te, 500 000 dolarlık ilk keşif yaptık, 3.2 milyar dolar harcandı ve işletmeye açılmamış durumda. Amerika’da 2-3 tane nükleer santral için 10 milyar dolar harcadılar, sonra kömüre, doğalgaza çevirdiler.’ ( Güngör Bozkurt’un İTÜ Yüksek Mühendisler Birliği tarafından, 1998 yılında Ankara’da düzenlenen ‘Nükleer Enerji Paneli’nde yaptığı konuşmasının bant çözüm notları ).

     

    Bu ‘gerçek’ ve güvenli santral maliyetleri konusunda, CANDU reaktörlerinin tasarımında 12 yıl kontrol mühendisi olarak çalışmış olan Ateşan Aybers, ülkemiz için çok çarpıcı ve dikkat çekici uyarılarda bulunuyor; ‘Ancak, sanayileşmiş ülkelerde olduğu gibi güvenlik sistemlerinin gereği ve yapım harcamaları astronomik rakamlara yükseltecektir. Bu gizli ve gerekli maliyetlerin göz ardı edilmemesi gerekir. Kamuoyunu tatmin edecek ölçülerde güvenceli bir nükleer reaktörün inşa edilmesi ve operasyonu olağanüstü masraflar içerir.’

    ( Türkiye’nin Nükleer Enerji Gerçeği Hangi Boyutta, Yeni Yüzyıl Gazetesi,

    18 Ağustos 1996 ).

     

    ABD Nükleer Denetim Komisyonu ( NCR ) tarafından yayınlanan bir rapora göre ( NUREG -0586, S.15 ) ; 1000 Mw’lık bir nükleer santralın sökülme maliyeti 200 milyon dolar olarak hesaplanmıştır. Buna, sökülme sonucu ortaya çıkan 18 000 metreküp radyoaktif yakıt ve malzemenin çevreden yalıtım gideri olan 500-700 milyon dolar eklenir ve reaktörde bir kaza olmadığı kabul edilirse, bir reaktörün 25-30 yıl sonra emekliye ayrılma bedeli; iddia edildiği gibi reaktör maliyetinin10’da 1’i değil, en az ¼’ü olacağı, yani günümüzde 1 milyar dolar civarında olacağı ortaya çıkmıştır ( Enerji Politikası ve Nükleer Santraller Raporu, Elektrik Mühendisleri Odası, Haziran 1997 ). 105 milyar dolar dış borcu olan Türkiye’ye, tanesi 4-5 milyar dolardan 10 adet nükleer santral satılması planlanmıştır. Dış borcumuzu en az yarı yarıya artıracak olan ve Çernobil gibi olası bir Akkuyu Nükleer Santral kazasında, ülkenin altından asla kalkamayacağı çok bir ağır maddi yük getirecek olan bu maceradan acilen vazgeçilmelidir.

    1. YAŞANAN YÜZLERCE KAZA VE GERÇEK RİSK ORANLARI, NÜKLEERCİLERİN HESAPLAMALARINA UYUYOR MU?

     

    Nükleer sektörün ve nükleerci akademisyenlerin hep yanıltıcı sonuç veren ve bir türlü gerçekleşmeyen ‘bilimsel’ öngörülerinden, kaza ve risk istatistikleri de payını almıştır. Örneğin, bir akademisyenden çok, nükleer lobilerinin sözcüsü gibi davranan Hacettepe Nükleer Enerji Mühendisliği Bölümü Öğretim Üyelerinden Prof. Dr. Osman Kemal Kadiroğlu’nun iddiasına göre; ‘ Bu tür yapılan analizler sonunda, bir nükleer santralın korunun ergimesi ve çevreye radyasyon salması, yolda yürüyen bir insanın başına meteor düşme olasılığından biraz daha fazladır.’ ( Türkiye’ye nükleer teknoloji girmelidir, EMO Dergisi, sayı 401,1997). Benzer birçok akademisyenin ve ‘nükleer kafanın’, çok ‘zekice‘ geliştirmiş oldukları bir başka argüman da; ‘Uçak düşüyor diye uçağa binmeyelim mi ya da arabalar kaza yapıyor arabaya binmeyelim mi?’ benzetmesidir. Öncelikle insanlar uçağa ya da arabaya, tüm risklerini bilerek ve bunu zaten kabul ederek biniyorlar. Ayrıca, dünyadaki tüm sigorta şirketleri uçak ve araç yolcularını sigortalıyor, ama nükleer felaket sonucundaki mağdurları sigortalamıyor. Ayrıca bir uçak kazasında, maksimum olarak uçaktaki yolcu sayısı kadar bir maddi ve manevi kayıp gerçekleşebilir. Oysa bir nükleer santral kazasında ise; santralın civarında yaşayan binlerce insandan tutun da, binlerce kilometre uzaklıktaki başka ülkelerde yaşayan milyonlarca insana kadar, yaşayan tüm canlılar, toprak ve hava etkilenir. Hem de binlerce yıl etkisi devam edecek olan radyasyon da cabası. Kerametleri kendilerinden menkul ‘nükleer kafaların’, sürekli olarak elma ile armudu birbirine karıştırıp, olguları bu kadar basite indirgeyip, kazaların asıl boyutlarını gizlemeye çalışmaları, yaşanan felaketlerin boyutlarını, trajedileri maalesef azaltmamıştır.

     

    Nükleer lobilerin iddia ettikleri gibi dünyada yalnızca 3 adet nükleer santral kazası yaşanmadı. En vahimleri olan ve kamuoyuna açıklanmak zorunda kalınan 1957 Windscale

    (İngiltere), 1979 Three Mile Island (ABD) ve 1986 Çernobil (Rusya) felaketi dışında, her an Çernobil felaketine dönüşebilecek büyüklükte yüzlerce kaza yaşadı dünyamız. Nükleer Fizikçi Prof. Dr. Hayrettin Kılıç’ın aktardığına göre; ‘Sadece ABD’de bugüne kadar Nükleer Denetleme Komisyonu’nun ( NCR ) kayıtlarına göre, felakete yol açabilecek derecede 169 kaza olmuştur. Japonya’da 1992 yılında tam 20 tane önemli kaza rapor edilmiştir. 1992 yılında Rusya, uluslar arası kuruluşlara 205 kaza rapor etmek mecburiyetinde kalmıştır.’ (Küresel Boyutlarıyla Nükleer Enerji, Elektrik Mühendisliği Dergisi, Sayı: 401,1977 ). İngiltere’de ise gizlenen ve yeni ortaya çıkarılan 17 ciddi nükleer kaza yaşanmıştır (Nükleer Güvenlik Skandalı, TODAY Gazetesi, 14 Eylül 1995).

     

    En son 30 Eylül 1999 günü Japonya’nın Tokaimura Nükleer Santrali’nde meydana gelen ve yine dünyanın yüreğini ağzına getiren kazada, 49 işçi yüksek radyasyon alarak tedavi altına alındı. Santral civarında yaşayan 310 bin kişi evlerinden dışarı çıkarılmadı, 10 kilometrelik bölge yasak alan ilan edildi. Radyasyon oranı normalin 15 bin katına çıktı ( Nükleer panik, Sabah Gazetesi, 1 Ekim 1999 ). Modern, güvenilir yüksek teknolojilere sahip, çalışkanlıkları ve sorumluluklarıyla ünlü Japonlar bile, baştan savma işletme anlayışına sahip olduklarını itiraf ettiler. Santralın yetkilisi Hideki Motoki; ‘Son 4 yılda kurallara aykırı şeyler yapıldı.’ itirafında bulundu ve kaza ile ilgili yapılan araştırmalar sonucunda, tesisteki işçilerin ve yetkililerin eğitimlerinin, deneyimlerinin iyi olmadığı ortaya çıktı.(Onlar da Bozuldu, Radikal Gazetesi, 4 Ekim 1999). Bu kazadan 5 gün sonra, Güney Kore’de Wolsung Nükleer Santrali’nde benzer bir kaza meydana geldi ve resmi açıklamaya göre, 22 kişi yüksek radyasyona maruz kaldı (Kore’de de nükleer kaza, Milliyet Gazetesi, 6 Ekim 1999).

     

    İngiltere’deki Windscale Nükleer Kazası’nın boyutları tam olarak açıklanmadı ve tam 25 yıl sonra kaza olduğu ortaya çıkarıldı. ABD’de meydana gelen TMI kazasında ise, yaklaşık 2 gün içinde 900 bin kişi tahliye edildi ve yaklaşık maliyeti şimdilik 1milyar doları buldu.

     

    Çernobil felaketi ise hala hafızalardan çıkmadı. Nükleercilerin iddialarının aksine, kaza anında doğrudan ölen 31 kişi dışında, binlerce kişi aldıkları yüksek dozdaki radyasyon sonucu geçmiş yıllar içinde öldü ve gelecek nesiller boyu ölmeye, sakat kalmaya devam edeceklerdir. 1992’de Rio de Janerio’daki Dünya Zirvesinde, Ukrayna Çevre Bakanı Dr. Yuri Scherbak, ülkesinde 1986 yılında meydana gelen Çernobil felaketi sonucunda 6000 kişinin öldüğü ve ölü sayısının 40.000’e varacağını, ayrıca yüz binlerce insanın da kansere yakalanacağını söylemiştir. Ukrayna ve Rusya dışında, başta Türkiye ve Kuzey Avrupa olmak üzere milyonlarca insan, hayvan ve toprak kirlendi, etkilendi. Dünyadaki ekonomi otoriteleri tarafından, hesaplanan mevcut zarar ve gelecek nesillere maliyeti; 352 milyar dolar olarak belirtilmiştir.

     

    Nükleer santral kazaları kaçınılmazdır. Çünkü çok karmaşık ve birbirleriyle sıkı bağlantılı ve eşlenik bir milyon civarında irili ufaklı; elektronik, mekanik, pnömatik, elektromekanik modülden oluşan bilgisayar kontrollü bir işletim sistemine sahip nükleer santrallerde, en ufak bir modülde meydana gelebilecek aksaklıkta ve arızada, ona bağlı başka sistemlerin devre dışı kalması, aynı zamanda da kestirilemeyen birçok ciddi zincirleme aksaklığın ortaya çıkması muhtemeldir. Bu tür kazalar giderek daha sık meydana gelmektedir.

     

    Sistem; ne kadar karmaşık ve yüksek teknolojiyle üretilmişse, risk ve kaza oranı da o kadar artar. Bir çelişki gibi görünen bu olguya en iyi örnek, 1986 yılında Çernobil felaketinin olduğu yıl, NASA’da 50 binden fazla uzmanın yıllarca üzerinde çalışıp ürettiği ve tekrarlamalı olarak, dünyanın en gelişmiş bilgisayarları-test cihazları tarafından kontrol edilen Challenger Uzay Mekiği, fırlatılışından birkaç saniye sonra içindeki 7 kişi ile havada patladı. Keza hepimizin göz bebeği olan ve Fransa’daki en son ileri teknoloji ile üretilen TÜRK-SAT Uydusu, 1994 yılında canlı yayında fırlatılışından hemen sonra infilak etti. Tabi ki bir kulp hemen bulundu ve her ikisi için de; ‘teknik bir arıza’ olduğu söylendi. Peki bize satılmaya çalışılan bu ‘en gelişmiş ve güvenli’ nükleer santrallerin; ‘teknik bir arıza’ yapmayacağının veya TMI, Çernobil, Tokaimura Nükleer Santrallerinde yaşandığı gibi ‘insan hatalarından’ kaynaklı kaza yapmayacağının garantisini, güvencesini kim verebilir, hele de çöpü patlayıp 38 kişinin öldüğü bir ülkede?

     

    Burada sözü fazla uzatmadan, atom bombasını gerçekleştirenlerden ve hidrojen bombasının babası olarak kabul edilen Prof. Dr. Edward Teller’e bırakıyoruz; ‘Ciddi bir nükleer aksilik olasılığı gerçektir. Bir aksilik durumunda meydana gelecek hasar ise sonsuzdur‘ ( Aktaran Nükleer Fizikçi Prof. Dr. Hayretin Kılıç, a.g.y. ).

    1. NORMAL İŞLETME SIRASINDA SANTRAL CİVARINDA YAYILAN VE KAZALARLA ÇEVREYE SIZAN RADYASYON ZARARSIZ MI? 50 YILDIR NÜKLEER ATIK SORUNU HALA ÇÖZÜMLENEMEDİ.
    2.  

      Geçen yüzyılın başından bugüne, canlılara zarar vermeyeceği iddia edilen radyasyon eşik değeri, yaklaşık 1000 misli oranda düşürülmüştür. Bir nükleer santralın normal çalışması esnasında çevreye yaydığı veya kaza sonucu ortaya çıkan radyasyon, canlılara besin ya da soluma yoluyla geçer. Bu radyasyonlar, canlı hücreleri meydana getiren atomları ve molekülleri iyonize ederek yapılarını bozar. Ayrıca, hücre bölünmelerini kontrol eden DNA’ların kimyasal yapısını bozarak, hücrelerin normal olarak ikiye bölüneceğini yerde, çılgınca milyonlarca birbirinin eşi bozulmuş, programsızlaşmış hücreye bölünerek üremesine ve giderek kansere neden olurlar. Kansere yol açmasının yanı sıra radyasyon, bir canlının kalıtımsal yapısında ani değişikler olan genetik mutasyonlara da neden olur.

       

      Yapılan son araştırmalara göre, düşük dozda radyasyonun da, tahminlerin aksine, insan vücuduna zararlı olduğu bulunmuştur. Nükleer santrallerin civarında yaşayanlarda görülen kanser vakalarındaki yüzde 400’lük artış, genetik mutasyonlar sonucu normal olmayan doğumlar, yaygın lösemi hastalıkları bunun bir bilimsel kanıtı olarak gösterilmiştir

      (Aktaran Nükleer Fizikçi Prof. Dr. Hayrettin Kılıç, EMO Dergisi, sayı 401, 1977).

       

      Örneğin, İngiliz Hükümet Yetkilileri, Ingiltere’deki Sellafield Santrali’nde (eski adı Windscale olan bu santral, 1957’de yaşanan nükleer felaketten sonra adı değiştirilerek, kamuoyundaki kötü imajı silinmeye çalışılmıştır) çalışanlara, çocuklarında görülen yüksek lösemi oranları ile ilgili araştırma sonuçları ışığında, çocuk yapmamalarını tavsiye etmiştir

      (British Medical Journal 17, 1990, p. 423).

       

      1991’de ABD’deki Oak Ridge Ulusal Laboratuarları’nda çalışanlar üzerinde yapılan incelemelerden sonra, lösemiden ölüm oranlarının beklenenden %63 fazla olduğu saptanmıştır (Journal of American Medical Association, Volume 265, No:11, 1991, p.1397). ABD’de 1993 yılında yayınlanan Güneydoğu Massachusetts Sağlık Raporu’na göre, Pilgrim Nükleer Santrali’nin yaydığı radyasyona maruz kalanlar, bu emisyona daha az oranda maruz kalanlardan 4 kat daha fazla lösemi riski taşımaktadır.

       

      Ocak 1999’da British Medical Journal’da yayınlanan bir makalede, Fransa’nın Kuzeyindeki La Hague Superphenix nükleer santralinin civarındaki sahillerde oynamaya giden ya da deniz ürünleri yiyen çocukların lösemiye yakalanmasının, diğerleriyle kıyaslandığında daha büyük bir olasılık olduğu belirtiliyordu. Fransız kamuoyu, medyanın konuya ilgi göstermesiyle, bu sorundan haberdar oldu. 11 yaşındaki bu Süperphenix santrali; Fransa’da ; ’tehlikeli bir beyaz fil’ olarak adlandırılıyor ve Fransız Sayıştayı’na göre, santralin geçen yıl ki maliyeti ise 60 milyar frank ( Financial Times ).

       

      Nükleer santrallerden radyasyon sızmasının kaçınılmaz olduğunu teyit eden, Boğaziçi Üniversitesi Nükleer Mühendislik Anabilim Dalı Başkanı Prof. Dr. Vural Altın’a göre; ‘Reaktörleri soğutan suya radyasyon karışması mümkün. Soğutma suyu reaktör içinde dönüp durdukça radyasyon biriktirir. Bunun, dışarı sızmaması gerekir. Halbuki her sanayi tesiste kaza olasılığı vardır. Nükleer reaktörlerin de ufak tefek kaza sonucu radyasyon sızdırması, çevre sağlık sorunlarına neden olması kaçınılmazdır. Nitekim bunun bir çok örneği var. En gelişmiş ülkelerdekiler de dahil olmak üzere yüzlerce santralde bugüne kadar sızıntı oldu. Nükleer endüstri bu kazaları saklamaya çalıştı. Saklayamadıklarını yalanladı. Çünkü dünya kamuoyu, 1960’lardan itibaren nükleer silahlar karşısında dehşete kapıldıkça, radyasyonun zararları anlaşıldıkça, nükleer santrale karşı güvensizlik duymaya başladı. Nükleer endüstri kendini savunmaya çalışırken, nükleer teknolojiyi sanki kazalardan arınmış gibi gösterdi.’ , ‘ Radyoaktif atıklar sorunu bizlere, gelecek kuşaklara karşı sorumluluk yükleyen ciddi bir sorun. Oysa bu konu adeta hiç tartışılmıyor’ ( Nükleer, nasıl bir seçenek? Milliyet Gazetesi, 13.04.1998 ).

       

      Ortalama gücü 1000 Mw olan bir nükleer santral, yaklaşık 27 ton yüksek düzeyli, 250 ton orta düzeyli, 450 ton düşük düzeyli atık üretir. Bu atıklar ve tükenmiş yakıt çubukları,10-20 yıl reaktörün içindeki ya da yanındaki havuzlarda bekletilir. Radyasyon seviyesinin düşmesi beklenir. Henüz dünyanın hiçbir bölgesinde, nükleer atıkların saklanması ve imhası için, lisanslı nihai bir çözüm ve depolama alanı yoktur. Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı (IAEA) 1977 yılı sonunda reaktör sahalarında ya da geçici depolarda, 200 000 ton (-10 000 kamyon ) tükenmiş yakıt çubuğu olduğunu hesaplanmıştır. Yılda ortalama 10 500 ton artan bu rakamın 2010 yılına kadar %70 artarak 340 000 tonu (-17 000 kamyon) aşması bekleniyor.

       

      1998 yılında İstanbul’da bir basın toplantısı düzenleyen, Ülkemizdeki Akkuyu Nükleer Santralı ihalesine Fransızlarla ortak olarak giren Siemens Firması’nın temsilcileri; ‘Türkiye radyoaktif atıklarını Torosların altına gömebilir’ demiştir. Daha sonra da, adeta Türkiye ile dalga geçerek; ‘Türkiye’nin parlak zekalı insanları, gelecek 20 yılda nükleer atıkların çözümünü bulacaktır.’ beyanında bulunmuştur (Greenpeace’in Eylül 99 ‘da Milletvekillerine gönderdiği Nükleer Santrallarla ilgili kitap).

       

      Atıkların ne kadar ciddi bir sorun olduğuna dair en büyük kanıt, Almanya’da geçici depolama için seçilen Gorleben bölgesine, geçtiğimiz yıl radyoaktif maddelerin taşınması sırasında, tüm dünyanın ilgiyle izlediği mücadeledir. Çok tehlikeli atıklar, 20 binden fazla göstericinin haftalarca, kendilerini demiryolu raylarına bağlamaları, traktörlerle yolu kesmeleri sonucu, 30 binden fazla polisin korumasıyla ancak bölgeye ulaştırılabildi. Bu yolculuğun bedeli, Almanya’ya 150 milyon marka mal oldu ve onlarca gösterici, polis yaralandı.

       

      Nükleer santralara sahip bir çok ülke, bu atıklardan kurtulmak için yasal veya illegal yollardan, Türkiye, Tayvan ve Afrika Ülkelerini depo olarak kullanmaya çalışıyor. Aynı zamanda Cumhurbaşkanımız Süleyman Demirel’in de danışmanı olan, Atom Enerjisi Kurumu eski Başkanı Prof Dr. Ahmet Yüksel Özemre’nin iddiasına göre; Almanya’dan getirilen 1500 tonluk tehlikeli radyoaktif atık, para karşılığı; Isparta Göltaş Çimento Fabrikası ile Konya’daki sanayi tesislerinde yakılarak imha edilmiştir. Sinop civarında denizin içinde bulunan radyoaktif atık varilleri; nükleer atıklardan kurtulmaya çalışan ülkelerin, ne kadar sorumsuz, gayri ciddi, gayri ahlaki ve gayri bilimsel davranabildiklerini ortaya koymuştur.

       

    3. İKİTELLİ ÖRNEĞİNDE OLDUĞU GİBİ, NÜKLEER SANTRALI OLMADAN BİLE RADYASYON KAZASI YAŞAYAN, 17 AGUSTOS DEPREMİNDE YAŞADIĞIMIZ ÜZERE, FELAKETLERE HAZIRLIKSIZ OLAN BİR ÜLKEDE; HEM DE AKTİF ECEMİŞ FAY HATTI YAKININA NÜKLEER SANTRAL KURULABİLİR Mİ?

     

    Ülkemizde yaşanan onlarca traji-komik olaydan, tanker facialarından, çöp patlamalarından, doğalgaz felaketlerinden, trafik kazalarında kazandığımız dünya şampiyonluklarından sonra, yaşamadığımız tek ve en büyük ‘milli felaketimiz’ kalmıştı, aslında kısmen ‘O’ da yaşandı. 8 Ocak 1999 günü yaşanan İkitelli’deki radyoaktif kaza; son 8 yılda dünyada yaşanan en büyük 20 nükleer kazadan biri olarak Uluslararası Atom Enerjisi Kurumu’nca tescil edildi. Her gün televizyonlarımızda, daha önce de Çernobil felaketi sonrası radyasyonlu çayları-fındıkları bizlere sorumsuzca yediren, nükleer güvenliğimizden sorumlu-yetkili uzmanlarımızın acemiliklerini ve beceriksiz komik müdahalelerini ibretle izledik. Allahtan ki henüz bir nükleer santralımız yok. Ya bir de nükleer santralımız olsaydı, neler olurdu varın siz düşünün? Maalesef, ‘değişen’ çağı yakalamaktansa, yine eski ‘felaketler’ çağını yakalıyoruz. Oysa dünya nükleer enerjiyi terk ediyor ve artık ‘nükleersiz bir çağa’ giriyor. Herkes gider tersine, biz gideriz Mersin Akkuyu’ya, nükleer santral kurmaya.

     

    17 Ağustos 1999 gecesi yaşanan üzücü deprem sonrasında da, devletin, siyasi iktidarın, yetkililerin, sorumluların, resmi kuruluşların bu acı felaket karşısında yaşadığı paniğin, yetersizliğin, hazırlıksızlığın, koordinasyonsuzluğun, acizliğin, beceriksizliğin sonuçlarını ulusça yaşadık maalesef. Bu traji-komik durumumuzu, bütün dünya izledi. Yaşanan bu depremin bedelini, yine hiç kimse ödemeyecek ve üstlenmeyecek kuşkusuz. Ama bu kez, belki de ülke tarihinde ilk kez, her büyük felakette olduğu gibi, felaket öncesi yapılan uyarıları dinlemeyen, kaile bile almayan, hatta bu uyarıları yapmaya çalışan sivil toplum örgütlerine, meslek odalarına, gönüllü kuruluşlara ve çevrecilere, sağduyulu-bağımsız akademisyenlere saldıran, onları susturmaya çalışan resmi kurum ve kuruluşlar; yurttaşların gözünde inandırıcılıklarını, güvenilirliklerini yitirmiş durumdadırlar.

     

    Yüreğimizi ağzımıza getiren ve bu kez çok ucuz atlatan Tüpraş Rafinerisi; hem aktif fay kuşağında kurulmuş, hem de deprem sonrası çıkan yangında, en son teknoloji olduğu iddia edilen yangın söndürme ve güvenlik sistemlerini nedense devreye sokamamıştır. Ve bir hafta boyunca devam eden yangın, ihmaller ve yetersizlikler sonucu bir türlü söndürülememiş, yurtdışından gelen yardımlarla ancak kontrol altına alınabilmiştir. Aynı bölgede yan yana yer alan diğer LPG tesisleri, kimyasal tesisler ve Gölcük Komutanlığı’na ait Cephaneliğe sıçramamasıyla, mucize olarak, daha büyük bir felaketin eşiğinden dönülmüştür. Bütün bu yaşanan onca felakete rağmen, daha henüz yaşamadığımız, ülkemizin görüp görebileceği en büyük bir başka ‘milli felaket’e ise, Akkuyu Nükleer Santral İhalesiyle adım adım yaklaşılıyor.

     

    17 Ağustos Marmara Deprem felaketi ve Tüpraş yalnızca Türkiye’yi etkiledi. Uzmanlar, Akkuyu Nükleer Santralı, ısrarla 25 kilometre uzaklığındaki aktif Ecemiş fay hattı yakınına kurulursa, yaşanabilecek olası bir depremde, tam bir felaket yaşanabileceğini iddia ediyorlar.

    İzmir Dokuz Eylül Üniversitesi Deniz Bilimleri ve Teknolojisi Enstitüsü Deniz Jeofiziği Birimi Başkanı Prof. Dr. Atilla Uluğ, 13 Nisan 1999 tarihinde Greenpeace ile birlikte İstanbul’da yaptıkları ortak basın açıklamasında kamuoyuna şu uyarıları yapmıştır; ‘1991 tarihli çalışmamızda yer alan bilimsel kanıtların yanı sıra, Kanadalı meslektaşlarımızın son raporları da, Akkuyu’da nükleer santral kurmanın gerçek tehlikeler içerdiğini gösteriyor. İhaleye teklif veren tüm uluslararası şirketleri ve Türk ortaklarını, Akkuyu sismik açıdan güvenliymiş gibi davranmaktan vazgeçmeye çağırıyoruz. Böylesine tehlikeli bir yatırımdan derhal çekilmelidir.’ Prof. Dr. Atilla Uluğ, aynı zamanda Türk deniz jeofizikçileri ile bir İngiliz jeoloğundan oluşan ve Akkuyu bölgesinde çalışmış ekibin bir üyesidir. Bu ekip 1991 yılında, Ecemiş Fayı’nın Akkuyu Körfezinin 20-25 kilometre güneydoğusundan geçtiğini ve aktif olduğunu gösteren bir çalışma yayınlamışlardır ( Gokcen, S.L., Kelling, G., Gokcen N., Ulug, A., Ozel, E., Neotectonic Structural Features in the Alanya- Mersin Shelf Area

    ( Southern Turkey), Jeofizik Dergisi, Mart 1991 ).

     

    1976 yılında Akkuyu’da yapılması planlanan nükleer santralın yer lisansına onay veren, Başbakanlık Atom Enerjisi Komisyonu Nükleer Güvenlik Komisyonu’nun üyesi ve halen Galatasaray Üniversitesi’nde öğretim üyesi olan Nükleer Mühendis Prof. Dr. Tolga Yarman çok önemli uyarılarda bulunuyor; ‘Akkuyu mevkiinin sismolojik güvenliği itibariyle, uzmanlar gelişen koşullarda, aynı bir kanaate sahip görünmemektedirler. Her hal-u karda, evvelce belirli verilerin ışığında olarak varılan kanaat, bugün için ‘mutlak muteber' sayılamayacaktır. O halde, her ne kadar ‘ karşı bir teknik kanaat‘ serdedilmiş ve Akkuyu’ya kurulması düşünülen nükleer santralın tasarımına ilişkin olarak, ‘ orta şiddetli hayli bir deprem‘ yeterli sayılmış ise de, ‘ nihai ve hayati karar’ için bununla yetinmek caiz değildir. Bu durumda, kamuoyu nezdinde ‘Akkuyu’nun sismolojik güvenliği’ hiçbir kuşkuya yer bırakmayacak biçimde kanıtlanmadan, burada bir nükleer santral kurulması yönünde adım atılmamalıdır. Bu çerçevede, Profesör Sungu ve arkadaşlarının Ecemiş Fay Hattına ilişkin sav ve kaygıları da, muhakkak dikkate alınmalı, buna dönük gerekli çalışmalar behemahal gerçekleştirilmelidir.’ (Adana’yı Felç Eden Deprem ve Akkuyu Nükleer Santralı Projesi).

     

    13 Mart 1992 Erzincan Depremi’ni, 28 Kasım 1991 tarihinde Atina’da yapılan Avrupa Sismoloji Komisyonu Toplantısına sunduğu tebliğle zaman ve büyüklük olarak tahmin eden Earthquake Forecasts Inc. Başkanı Prof. Karl Buckthought tarafından, Kanada’da 10 Kasım 1998 tarihinde yayınlanan ‘Türkiye’de Candu Reaktörleri Satışı Deprem Riski Raporu’na göre; ‘1973-1998 arasındaki 26 yıllık dönemi hesaba katarak ki bu dönemde AECL-CANDU Firmasının önerdiği güvenli tasarım standardını aşan bir deprem olmuştur, Akkuyu’daki Nükleer santralın 40 yıl çalışması halinde depreme bağlı hasar görme olasılığı en az %50’dir.’

     

    Seismican Geophysical Ltd. Başkanı Dr. Arsalan A. Mohajer ise şu kaygıları dile getirmiştir;

    ‘ Nükleer santralı hangi reaktör satıcısı yaparsa yapsın, gelecekteki depremlerin konumu, büyüklüğü ve potansiyel etkilerine ilişkin mevcut belirsizlikler, yeni sunulan verilerin ve 1990’dan bu yana geçerli en son teknolojilerin ışığında, tarafsız bir uzmanlar ekibince değerlendirilmesini zorunlu kılıyor.’ ( Akkuyu Nükleer Santralı İçin Sismik Değerlendirme, 27 Kasım 1998’de Kanada’da yapılan AECL toplantı raporu ).

    6) TÜRKİYE, NEDEN 35 YILDIR ISRARLA NÜKLEER SANTRAL PEŞİNDE KOŞ(TURUL)UYOR?

     

    Nükleer santralleri 35 yıldır ülke gündeminde tutan, çok değişik niyetlere sahip çeşitli siyasi gruplar, uluslararası/ulusal çıkar lobileri, kurumlar ve kişiler bulunmaktadır. Nükleer santralleri kurdurtmaya çalışanların büyük bir kısmı, Ülkemizde başka teknoloji ve sistemlerde de geçerli olan maddi ve kişisel çıkarları için uğraşıyorlar. Tanesi 4-5 milyar dolar civarında olan bu santrallerin, yerli işbirlikçilerine dağıtılacak komisyonu, promosyonu ve rüşveti de çok büyük olacağı için ( bu oranın %5-10 civarında olacağı söyleniyor, yani 250-400 milyon dolar civarında), nükleer santral peşinde koşan, kraldan çok kralcı bazı kişilerin, lobilerin esas derdi, bu büyük pastadan pay kapmak. Bu tip ‘malum’ grupları saymazsak, Ülkemizde nükleer teknoloji isteyenleri, kabaca iki temel kategoriye ayırmak mümkün.

     

    İlk grupta, daha çok nükleerci akademisyenlerin, mühendislerin, teknokrat ve bürokratların oluşturduğu; nükleer teknolojiyi ileri ve yüksek bir teknoloji olarak görüp, ülkemizde de bu teknolojinin öyle ya da böyle muhakkak olması gerektiğini, bu teknolojinin bizatihi ülkenin teknolojik gelişmesini hızlandıracağını ve ayrıca enerji elde etmek için çeşitlilik sağlayacağını, bir alternatif oluşturacağını düşünen, yalnızca teknokratik bakış açısına sahip geniş bir kesim yer almaktadır. Bu grubun içinde yer alan bazı nükleerci bilimadamları da; salt akademik hırs, ihtiras ve hizmet ettikleri, yıllarını verdikleri bu konunun gerçekleştiğini görmek istedikleri için uğraş vermektedir. Bu gruba giren insanlarla, nükleer santrallerin teknik, ekonomik, sosyal-toplumsal riskleri ve muhtemel olumsuz sonuçları üzerine konuşmak ve yanlışlığını, gereksizliğini tartışmak, hatta nükleer teknolojiyi veya en azından ülkemizde nükleer santral kurulmasını savunmaktan vazgeçmelerini belli ölçülerde sağlamak mümkün olabilmektedir. Bu kesimden birçok kişi kategorik olarak karşı olmasalar bile; kısmen veya ülkemizdeki mevcut zihniyet ve malum uygulamalar nedeniyle tamamen, Türkiye’de nükleer santral kurulmasına artık karşı çıkıyorlar.

     

    İkinci grup ise; nükleer teknolojiyi ilk gruptakilerin gerekçeleriyle savunuyor gibi gözüken, ama esas olarak, bağlı oldukları ideolojilerinin dayatması sonucu yalnızca ‘nükleer güç’, ’nükleer silah’, ‘ atom bombası’na sahip olmak isteyen (merkez sağ ve sol partiler dışında kalan) radikal milliyetçi ve radikal dinci gruplardan, partilerden oluşmakta. Gerçekte ülkenin enerji ihtiyacını karşılamak, yüksek teknolojiyi ülkeye taşımak gibi kaygılarla değil, pragmatist ve sadece ideolojilerinin tahakkümü, iktidar hırslarının bir aracı olarak; ya ‘İslam Dünyasının’ ya da ‘Türk Dünyasının’ liderliğine soyunan, son seçimlere kadar ‘kendisi iktidar olmadığı halde, felsefesi hep iktidarda olan’, fakat 18 Nisan 1999 seçimlerinden sonra fiilen de iktidara gelen başta MHP olmak üzere, daha önceki hükümetin ortağı olan FP’sini de bu bloğa dahil ediyoruz. Özellikle nükleer santrallere sahip olunması konusunda, içlerinde en ısrarcı olan ve 30 yıldan beri kadrolarına fikri olarak bu ‘ülkü’yü empoze eden MHP’nin yaklaşımını aktarmaya çalışacağız.

     

    Merhum Alparslan Türkeş’le başlayan nükleer güce sahip olma hedefi, ülkücü akademik camianın ve devlet içindeki ülkücü kadroların en önemli amaçlarından birisidir. MHP Genel Başkan Yardımcılarından Ulaştırma Bakanı Prof. Dr. Enis Öksüz, kendisiyle yapılan bir röportajda; ‘Türkiye’de bana göre en az 50 tane atom santralı yapmaları lazım.... Türkiye, bu sayede hem atom bombası yapabilecek teknolojiyi kavrayacaktır, hem nükleer enerjinin tıp sahasında, bilgisayar sahasında, kimyevi sahalarda da, pek çok sahada kullanılmasını öğrenecektir.... Yani uzaktan kumandalı hale gelmiş ve Türkiye’ye karşı düşman unsurlar, saflar, bilgisizler, kandırılmış adamlar toplanıyor, ilimle, teknikle çözülmesi gereken bir konuya politik yaklaşmak suretiyle geciktiriyor Türkiye’nin işini.’ (Akdeniz Postası Haftalık Gazetesi,3 Kasım 1997 ) beyanında bulunmuştur. Yine hükümette MHP’den Devlet Bakanı olarak yer alan Prof Dr. Ramazan Mirzaoğlu ise, daha net ifadelerle bu niyeti özetlemektedir; ‘Kaldı ki Türkiye’nin çok yakın zamanda atom bombasına sahip olması gerekmektedir. Nükleer santraller atom bombası teknolojisi için de bir alt yapı oluşturması bakımından ayrı bir öneme haizdir.’ (Çözüm Nükleer Enerji, Türkeli Gazetesi 5 Nisan 1996 ). Benzer bir yaklaşım, Gazi Üniversitesi Öğretim Üyelerinden ve TÜBİTAK eski Başkanlarından Prof. Dr. Sümer Şahin tarafından, 22 Mart 1995’de Ankara TİSAV’da yapılan nükleer teknoloji konulu özel bir toplantıda, bizzat merhum Alparslan Türkeş’e sunulmuştur. Bu toplantıda, Prof. Dr. Sümer Şahin, Türkiye’nin; Ortadoğu’nun ve Türki Cumhuriyetlerin lideri olabilmesi için, nükleer güce muhakkak ki sahip olması gerektiği ve bunun da ancak ve ancak MHP’nin iktidara gelmesiyle mümkün olabileceğini söyleyerek büyük alkış aldı. Ülkemizde ilk kez bir siyasi dergi, Ülkü Ocakları’nın yayın organı olan bir dergi, 1996 yılında nükleer enerjiyi özel dosya konusu yaptı. Bu çabaların, 18 Nisan 1999 seçimlerinde dağıtılmak üzere, MHP’nin AR-GE grubuna hazırlattığı ‘Enerji ve Enerji Kaynaklarımız’ kitapçığına nasıl yansıtıldığını göstermek için son bir alıntı daha yapalım ;’Bir kısmı uluslararası çevre örgütleri tarafından desteklenen bu gruplar Gönüllü Çevreci Kuruluş sıfatıyla hareket etmekte, bilerek veya bilmeyerek (genelde bilerek) nükleer enerjiyi yanlış tanıtmaktadırlar. Gösteri gruplarının kuruluş ve amaçları incelendiğinde bunların genelde eski tüfek devrimcilerin, Rusya İmparatorluğu’nun çöküşü ile birlikte demokratik ülkelerdeki yeni versiyonları olduğu kolayca anlaşılmaktadır. Nükleer güç santral teknolojisine girmekte bir hayli geç kalmış olan Türkiye daha fazla vakit kaybetmemelidir’.

     

    Alıntılardan anlaşılacağı gibi, niyet doğrudan doğruya nükleer bir güç olmak. Özellikle bu grupların istediği ve tercih ettiği nükleer teknolojiye de bakarak bunu anlamak çok kolay. Milli teknoloji olsun, yakıt bağımlılığı olmasın ve biz daha sonraki nükleer santrallerimizi kendimiz kuralım yaklaşımlarıyla tarifledikleri teknoloji; Hindistan, Pakistan ve Çin’in atom bombası yapmak için tercih ettikleri CANDU tipi, doğal uranyum kullanan ve teknolojisi doğrudan veya dolaylı olarak transfer edilebilen nükleer santral modelidir.

     

    Şimdi nükleer santralleri öyle veya böyle savunan bütün siyasiler, bürokrat ve teknokratlar, uzmanlar, mühendisler, ‘sağduyulu’ her yurtsever oturup tekrar düşünmek ve bir değerlendirme yapmak zorundadır. Buradaki esas amaç; ülkenin ve doğanın, gelecek nesillerin iyiliği ve enerji kullanımı için mi, yoksa yeni güç dengeleri oluşturma peşinde koşmak mı? Yükselen bu yeni milliyetçilik dalgasına kapılarak, sonu hüsranla bitebilecek, ülkenin kaderini doğrudan ipotek altına alacak niyetlere yardımcı olacak bir nükleer maceraya girmeli miyiz ?

     

    1. ÜLKEMİZDE ‘ENERJİ KRİZİ’ YOK, ‘ENERJİ YÖNETİMİ KRİZİ’ VAR. KARANLIK KAPIMIZDA MI, YOKSA KAFAMIZDA MI ?
    2.  

      Ülkemizde nükleer santralleri pazarlayabilmek için, 1960’lı yıllardan beri sistemli bir şekilde; ‘devletin en üst düzey nükleokratlarından’, ‘pazarlamacı kılıklı nükleer akademisyenlere’, ‘enerji yatırımlarındaki tatlı rantla tanışan politikacılardan’, ‘sahibinin sesi’ medya yazarlarına kadar bir çok ‘nükleer kafa’, ülkemizin enerji krizinde olduğunu ve yakında karanlıkta kalacağımız masalını anlatır. Oysa bu ‘enerji krizini’, devletin bizatihi kendisinin yarattığını resmi ağızlar itiraf ediyorlar; ‘Bu havayı biz yaratıyoruz. Özel şirketler sektöre girmekte ağır davranıyorlar. Biz de onların gözünü korkutuyoruz.’ (Devletin yarattığı paranoya; İki yıl sonra her yer karanlık, Nokta Dergisi, 11 Haziran 1995 ). Bütün bu korkutmaların ve hesapların arka planını, bugüne kadar yapılan enerji planlamaları ve senaryoları, arz/talep tahminleri oluşturmuş ve bunlar da hep yanlış, genelde de çok abartılı çıkmıştır. Örneğin TEK eski Genel Müdürlerinden Gültekin Türkoğlu’na göre; ‘1973 yılında 3.Beş Yıllık Kalkınma Planı’nda talep tahminleri, 1992 yılında 95 milyar, 1995’de 125 Kwh olarak öngörülmüştü. Bu asrın sonunda ise 180 milyar Kwh’e kadar gidiyordu. Bugün elimizdeki resmi talep tahminlerine bakarsak 2000 yılında 150 milyar Kwh’a düşmüş durumdadır ( 2000 yılında ancak 120 milyar Kwh civarında olacaktır. Yazarın notu ). Bugün bu talep tahminlerinin neresindeyiz? Demek ki bugün resmi talep tahminlerine dayanarak kurulacak bir politika, yanıltıcı olacaktır. Bu bakımdan nükleer santral tartışmamız, ithal santralleri tartışmamız, üretim planlarımızı bunlara dayandırmamız, herhalde gerçekçi değildir. Bugün doğal kaynaklarımız bizi buraya kadar getirmemiştir. Bundan sonra da 2000 yılına, belki 2015’e kadar götürecektir.’ (Resmi talep tahminlerine dayanarak kurulacak bir politika, yanıltıcı olacaktır, Kaynak Elektrik Dergisi, 1994/4).

       

      Yine TEK’de uzun yıllar Genel Müdürlük yapan ve enerji ekonomisi konularında çalışmalarını halen sürdüren Dr. Behçet Yücel’e göre de; ‘TEK’in 1993 yılına ait tahmin değerlerine göre en yüksek güç ihtiyacı 11 400 Mw olarak gerçekleşecektir. Buna karşılık kurulu gücü 20 300 Mw’a yükselecektir. Bu durum %80 yedek güç gösterir. Bu düzeydeki yedek güç, Türkiye için savurganlıktır. Modern işletme koşullarında 16 000 Mw’lık bir kurulu güç 1993 yılı ihtiyacına uygun düşecekti.’ (Yurdumuzda elektrik yönetimi, yanlışlar, doğrular, Kaynak Elektrik Dergisi 1993/5 ). Enerji planlamaları konularında dönemlerinin en etkili ve yetkili bürokratlarının bu çarpıcı açıklamaları, aslında fazla söze gerek bırakmıyor. Resmi kurumlarınca, en az iki-üç misli fazla arz/talep planlama hatası yapılan, kaynaklarını birtakım çıkarlar doğrultusunda boşa harcamanın çok sık ve kolayca yapıldığı ülkemizde, nükleer lobiler de, bu hasletimizden yararlanarak, büyük pastadan pay kapmaya çalışıyorlar.

       

      Bu konudaki en çarpıcı eleştiri ise, yine devletin en yetkili planlama kuruluşundan; Devlet Planlama Teşkilatı’ndan geliyor. DPT hazırladığı ‘ zehir zemberek’ enerji raporuyla, Enerji Bakanlığı ve bağlı kuruluşlarını eleştiri yağmuruna tuttu. ‘ Enerji Bakanlığı’nı ‘planlama anlayışından uzak’ olmakla eleştiren DPT, 2007 yılına kadar yeni proje çalışması yapılmamasını istedi. Botaş’ın yaptığı doğal gaz planlamasının ‘ sağlıksız ve yetersiz’ olduğunu öne süren DPT’ye göre, Enerji Bakanlığı ile bağlı kuruluşu Botaş birbirlerinden habersiz santral planlamaları yaptılar. Enerji sektöründe şu ana kadar oluşan yapı ve müsteşarlığımız tarafından bakanlıkla yapılan muhtelif yazışmalarda gündeme getirilmesine rağmen, enerji planlaması anlayışından uzak uygulamalar sonucunda, çok sayıda santral projesiyle ileri aşamalara getirilmiş olan görüşmeler, bu tür bir planlama anlayışının sektörde uygulanmasının bugün için imkansız kılmaktadır.’ (Zehir zemberek enerji raporu, Dünya Gazetesi, 6 Eylül 1999). Benzer şekilde Dünya Bankası Türkiye Direktörü Ajay Chhibber, Enerji Bakanlığı Müsteşarı Yurdakul Yiğitgüden’e gönderdiği mektupta, şu uyarıları yapıyor; ‘Yeni üretim kapasitesi için önerilen büyük yatırımların gerekli olup olmadıklarından emin olmak için, talep projeksiyonları gözden geçirilmelidir. Hali hazırda Türkiye’nin oldukça büyük yedek marjının olması nedeniyle, henüz hukuki anlaşmaları sonuçlandırılmayan YİD’ler ertelenmelidir’ (Yap-İşlet-Devret modeli ile ihale yapmayın, 24 Kasım 1999, Dünya Gazetesi). Birbirinden habersiz olarak enerji planlamalarını yapan Başbakanlık DPT, Enerji Bakanlığı, Botaş, TEAŞ, TAEK, DSİ gibi kuruluşların, aslında ne kadar ‘plansız’, ‘koordinasyonsuz’ oldukları ve yaşadığımız krizin aslında bir ‘enerji yönetimi krizi’ olduğu açıktır. Bu durum, giderek daha fazla, hem resmi kuruluşlar, hem de en üst düzey teknokratlar tarafından artık çokça dillendirilmeye başlamıştır.

       

      Bu plansızlık ve koordinasyonsuzluk durumu, sadece ülke içinde yaşanmıyor maalesef. Bu durum, uluslararası platformlarda da sıkça yaşanıyor. Örneğin: Bir yandan ‘mavi akım’ projesine yeşil ışık yakılıyor, bir yandan da Azerbaycan, Türkmenistan ve İran ile ciddi miktarlar üzerinden doğal gaz anlaşmaları imzalanıyor. Eğer bu ülkelerden almayı taahhüt ettiğimiz doğal gazı alıp, planlanan enerji santrallerini da kurarsak; ne nükleer santrallere ne de termik santrallere ihtiyacımız kalmayacak. DPT’nin, 2005 yılında elektrik enerjisi sektöründe yaklaşık 15 milyar metreküp doğal gaz ihtiyacı belirlediği, ancak Botaş’ın aynı amaçla 2005 yılı için 30 milyar metreküp gazın tüketilmesini planladığını ve buna göre doğal gaz alım bağlantılarına girdiği biliniyor. Hatta bu rakamlar, bugünlerde 55 milyar metreküpe kadar çıkmıştır. Bu durumda doğal gazda, anlaşmalardan ötürü, kullanmasak ta, almayı taahhüt ettiğimiz kadarın tüm parasını ‘take-or-pay’ şeklinde ödemek zorunda kalacağız. Yani ülkenin geleceği ve kaynakları, bir takım yanlış planlamalar (DPT’nin de dikkat çektiği), siyasi çıkarlar (doğal gaz alınacak Türki Cumhuriyetlerini kollamak ve Rusya’dan uzak tutulmalarını, bağımsızlaşmalarını sağlamak amacıyla), maddi çıkarlar nedeniyle (örneğin, daha yapımı bile başlamayan ama 55 milyon dolar avansları alınan, Samsun- Rusya Doğal Gaz Boru Hattının yapımı, ihalesiz olarak ANAP’a yakın iki firmaya verilmiş olduğu biliniyor) peşkeş çekiliyor.

       

      Maalesef Ülkemiz, bir yandan politik hesapları nedeniyle doğal gaz peşinde koşuyor, bir yandan da yabancı ve yerli firmaların iştahını kabartan termik ve hidroelektrik yatırımlarını

      ‘yap-işlet-devret’ modeliyle devreye sokuyor, aynı zamanda da ABD, Avrupa’daki ‘çıkarlarımız’ için nükleer lobiyle dans ediyor. Herkese mavi boncuk dağıtılarak, ‘enerji köprüsü’ olmayı hedefleyen ülkemiz, kendi enerji yatırımları ve sanayileşme politikalarını, tamamen dış konjonktürlere bağlı olarak ve gündelik politik hesaplamalarla yapmaya çalışıyor. Tahkim yasasını da tartışmadan, sonuçlarını hiç hesaplamadan kabul ederek, Uluslararası şirketlerin boyunduruğuna girerek, yeni kapitülasyonlara imza atarak, geri dönüşü olmayan bir cendereye sokuluyoruz.

       

    3. TÜRKİYE; ENERJİ BAKANLIĞI, TEAŞ, TAEK, NÜKLEER SANTRAL PROJELERİNE HAZIR MI?
    4.  

      Ülkemizin bu kadar ‘ciddi, riskli ve pahalı’ bir yatırıma gerçekten hazır olmadığını, en etkili ve yetkili ağızlar itiraf etmektedir. Bütün bu iddialara ve itiraflara rağmen, bu projede ısrar edilmesini anlayabilmek mümkün değildir.

       

      Mega projelere hep hayran olan ve nükleer santrale karşı olmayan, ama ülkemizin henüz buna hazır olmadığını da teslim eden Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’e göre,’Enerjinin tarihini ele alan bazı yazarlar yedinci devrimi yirminci yüzyılda nükleer enerjinin keşfinin ve kullanımının olduğunu iddia etmektedirler.’,’ Nükleer santraller arz ettikleri kaza riskleri ve atıkların muhafaza sorunu ve kurulması için birçok ülkenin henüz ulaşmadığı bir gelişme düzeyi, bundan başka başlangıçta herkesin üstlenemeyeceği kadar ağır finansman yükü gerektirir. Böyle bakılınca yedinci enerji devriminden söz etmek için henüz erkendir.’ (Cumhurbaşkanımızın, 27-29 Mayıs 1999 tarihlerinde Ankara’da düzenlenen ‘Sürdürülebilir Kalkınmada Daha Temiz Enerji Sistemlerinin Rolü’ başlıklı Uluslararası konferanstaki konuşmasının özeti, Kaynak Elektrik Dergisi, Haziran 1999 ).

       

      TÜSİAD Başkanı Dr. Erkut Yücaoğlu’da, benzer bir yaklaşım sergilemektedir; ‘Ancak Türkiye’nin bu sektöre girerken tecrübesi olmadığı için hata yapmasından korkabiliriz. Nükleer santral yapımın biraz daha erteleyip, bazı konularda gerekli alt yapı oluşturarak bu alan girmek daha emniyetli olur. Şurası muhakkak ki, nükleer enerjiye girmek, bugünün enerji problemini çözecek bir husus değildir.’, ‘Elbette...Ben bu işi geciktirelim diyorum. Bir görüşte şu: Bunu yapmayalım, başka kaynaklarla ikame edelim. Evet ikame edebiliriz. Nükleer enerji şu anda şart da değil.’,’ Sorun santrallerin kurulmasından 25 sene ortaya çıkıyor...Yani gelişmiş dünya bile bundan 50 sene sonra ne yapacağını bilemez durumda.’ (Nükleer İçin Erken’, 20 Aralık 1996 Milliyet Gazetesi’nde TÜSİAD Başkanı olmadan önce, TÜSİAD Yönetim Kurulu üyesi iken yapılan röportaj ).

       

      Devlet geleneğimizi, Enerji Bakanlığı’nı, TAEK ve TEAŞ’ı, Türkiye’deki mevcut teknik alt yapımızı, hakim yönetim zihniyetimizi, iş yapma tarzımızı, kapasitemizi ve insan malzememizi iyi bilen ve yorumlayabilen, 35 yıldır devam eden ‘nükleer maceramızın’ içinde doğrudan yer alan nükleerci akademisyenlerin, en yetkili üst düzey eski teknokratların uyarıları ise, bu konuda ileri sürülebilecek; en ‘ürkütücü’, ‘çarpıcı’ ve ‘vahim’ argümanları oluşturuyor.

       

      H.Ü. Nükleer Enerji Mühendisliği Bölümü Profesörlerinden Osman Kemal Kadiroğlu’nun ; ‘Nükleer santral ihalesi bu kadro ile olmaz!’,‘ Yıllar boyu yapılan siyasi atamalar sonucunda TAEK artık İşlemez ve ülkeye yarar sağlayamaz bir duruma gelmek üzeredir.’, ‘TEAŞ’da nükleer konularla ilgilenmekle görevli grup mesleki ve nükleer konulardaki bilgileri göz önüne alındığında fevkalade yetersiz oldukları görülür. Bu kadro ile nükleer santral ihalesi yapılması zor ve tehlikelidir.’ gibi çok ağır iddiaları var. (Elektrik & Elektronik Dergisi, Mart 1999).

       

      Türkiye Atom Enerjisi Kurumu’na da benzer eleştiriler var. İTÜ Nükleer Enerji Anabilim Öğretim Üyesi Prof. Dr. Şarman Gencay’a göre; ‘Kurulduğundan bugüne kadar Atom Enerjisi Kurumu’na 40 başkan gelmiştir. Sürekli yönetimin değiştiği bir kurumda nasıl proje üretilir ve istikrarı sağlayabilirsiniz? Adam kayırma politikaları sürer ve teknolojiyi kurmak için gerekli takım kurulamazsa, reaktörler hiçbir işe yaramaz. Reaktörleri satın alırsanız ama, eğer teknolojiyi transfer edemezseniz ve iyi bir kadro kuramazsanız, hiçbir işe yaramaz. O zaman dışarıdan elektrik alın daha iyi.’ (Önce Teknoloji Sonra Santral, Yeni Yüzyıl Gazetesi, 7 Ağustos 1996 ).

       

      TEK eski Genel Müdürü Dr. Behçet Yücel ise konuya en vakıf kişilerden biri olarak önemli uyarılarda bulunuyor; ‘ Kamuoyunun baskısı artarsa, nükleer teknolojinin ilerleyen zaman içinde yeni bir takım sorunları ortaya çıkmaya devam ederse ve hepsinden önemlisi tehlikeli nükleer atıkların ortadan kaldırılmasında başarılı olunamazsa, nükleer enerjinin itibarı iyice azalacaktır. Bekleyelim, acele etmeyelim. Zaten tam anlamıyla yeni bir projeye hazır değiliz’.(Kaynak Elektrik Dergisi, 1998/9. sayısı.)

       

      TEK eski Nükleer Santraller Dairesi Başkanı Güngör Bozkurt’un 24 yıllık nükleer santraller konusundaki birikimiyle sunduğu, sağduyulu, dürüst ve samimi açıklamaları var; ‘Önemli konulardan birisi de, Türkiye Atom Enerjisi Kurumu, Bakanlık ve TEAŞ’ın birbirine girmiş olmasıdır, kimse ne yattığını bilmiyor.’, ‘Bu gerçekler ortada iken, bir enerji darboğazı olduğunda hemen kurtuluş çaresi olarak ‘nükleer santraller kuralım’ diye ortaya çıkmak bu gerçeklerle bağdaşmıyor, çünkü bir nükleer santralın kurulması, işletilmesi en az 10 yıl Türkiye şartlarında, belki daha fazla. Bir ülke düşünün ki, Devlet Su İşleri’nin elinde bu gün tamamlanamayan aşağı-yukarı 10 Milyar Kw/saat bir üretim kapasitesine sahip santraller var, biz bunlara yeterli parayı vermiyoruz ve yıllarca bunlar atıl kalıyor. Ve ülke nükleer santral ihalesine çıkıyor.’, ‘Nükleer santral yapımı hiç bitmez. Anahtar teslimi yapılıyor, firmalara veriliyor. Doğru, yerli firmalarda 5-10 kuruş kazanacak ama Türkiye milyarlarca kaybedecek. Türkiye’de sözleşmeyi kim yapacak? Nükleer santral sözleşmesi yapmak gerçekten çok zor, yaptınız mı o sizi bağlar... Türkiye kapitülasyonları imzalar, çünkü deprem bölgesi. Eğer o firmaya yaklaşırlarsa yazık olur Türkiye’ye...Aslında çok söylenecek şey var, yani nükleer kurulmalı belki ama bu kafalarla işletilmez.’ (Güngör Bozkurt’un İTÜ Yüksek Mühendisler Birliği tarafından, 1998 yılında Ankara’da düzenlenen ‘Nükleer Enerji Paneli’nde yaptığı konuşmasının bant çözüm notları).

       

      TEAŞ Nükleer Santraller Dairesi eski Başkanları Baki Arıkan ve Nevzat Şahin, belli bir firmaya göre hazırlanan ihale şartnamesine karşı çıktıkları ve ihaleye katılan firmalarla ilgili bilgilendirme yapmak isteyen Greenpeace’in ODTܒde düzenlediği bir toplantıya katıldıkları için görevlerinden alınmışlardır.

       

      Bu iddiaların ve tespitlerin cevabını veremeyen ve sürekli olarak çağı yakalamaktan, ülkemizin gelişmesinden-sanayileşmesinden söz eden, karanlıkta kalacağız senaryosunu hazırlayan, bolca milliyetçilik, ‘Vatan-Millet-Sakarya’ edebiyatı yapan malum zevata ve bu işten kişisel çıkar sağlamayı amaçlayan ‘nükleer lobilere’ izin verilmemesi gerekiyor.

       

    5. TÜRKİYE’NİN NÜKLEER ENERJİYE GERÇEKTEN İHTİYACI VAR MI?
    6.  

      Ülkemizde yaklaşık olarak 35 yıldır, yalnızca nükleer enerji tercihine göre hazırlanan bütün yatırım planlamaları ve enerji senaryoları, iç ve dış birçok nedene bağlı olarak gerçekleştirilememiştir ve artık tamamen terk edilmek zorundadır. Ülkemizin nükleer enerjiye gerçekten ihtiyacı yoktur. Nükleer santralleri ülkemizde kurdurtmak için, bugüne kadar öne sürülen tüm gerekçeler, hem gerçekçi değildir, hem de bugün artık tamamen geçersizdir. Çünkü:

      *35 yıl önceki dünya konjonktürüne göre, nükleer santraller, henüz sorunları bilinmediği ve yaşanmadığı için, tercih edilen ve bütün ülkelerin peşinde koştukları bir enerji kaynağı idi. Oysa bugün herkes nükleer enerjiden kaçıyor.

      *1970’lerde resmi kurumlarca yapılan bütün enerji arz/talep senaryoları, en az 2-3 katı hatalı ve abartılı çıkmıştır. Bu yanlış planlamalara göre yapılan, enerjimiz kalmayacak ve karanlıkta kalacağız iddiaları tutmamış ve ‘resmi yalanlar’ ortaya çıkmıştır. Bunlara dayandırılarak ortaya atılan, nükleer santrallerin ‘tek ve zorunlu’ tercih olması, teknik veya ekonomik olarak değil, sadece birilerinin niyetlerine göre ‘siyasi bir karar’ olduğu ortaya çıkmıştır.

      *1970’lerde mevcut doğal kaynaklarımızın yetmediği tezi üstüne kurulan, nükleerden başka şansımız yok yanıltmacasının, bugün artık geçerli olmadığı ve doğal kaynaklarımızın yeni hesaplamalarla söylenenden çok daha fazla ve yeterli olduğu hesaplanmıştır. Ekonomik olarak 125 milyar Kw/saat olarak hesaplanmış olan su kaynaklarımızın bile, ancak %30’unu kullandık henüz. EİE Genel Müdür Yardımcısı Vural Selcen’e göre; ‘Ülkemizde ekonomik yönden değerlendirilebilir potansiyelin 162 milyar kwh olacağı varsayılabilir’(Enerji Dünyası Dergisi, Ekim 1995). Oysa nükleerci zevatın, çok nükleer santralleri var diye örnek gösterdikleri ABD ve Fransa, tüm su kaynaklarını tamamen değerlendirmiş ve sonra nükleer santralleri devreye sokmuştur. Ayrıca tüm dünyada ciddi olarak kullanılmaya başlanan jeotermal, küçük su potansiyelleri, biomas gibi kaynaklar hiç değerlendirilmemiştir henüz. Türkiye’nin ilk rüzgar haritasını hazırlayan Doç. Dr. Tanay Sıtkı Uyar, uzun yıllar rüzgar enerjisi üzerinde yaptığı bilimsel çalışmalar sonucunda, çok önemli şu müjdeyi vermiştir; ‘Sadece ülkemiz rüzgar enerjisi teknik potansiyeli bile ülkemizde tüketilen toplam elektrik enerjisinin iki mislinden fazlasını üretebilecek düzeydedir.’( 16 Ekim 1999 tarihinde, TMMOB’un Ankara’da düzenlediği Nükleer Enerji Kongresi’ne sunduğu tebliğ ).

      *Ülkemizde nükleer santral kurulması planlanan 1960’lı yılların ortalarında, henüz hiçbir kuruluş; rüzgar türbinlerinin, güneş pillerinin, küçük hidroelektrik santrallerin, gel-git santrallerinin, doğal gaz santrallerinin, enerji verimliliğinin, enerjinin etkin kullanımın, enerji tasarrufunun adını telafuz etmemişti. O gün hiç hesapta olmayan ama bugün ise neredeyse, Türkiye’nin elektriğinin yarısını karşılayacak kadar doğal gaz anlaşmaları yapılmış durumdadır. O dönemde kömür, petrol ve nükleer enerjiden başka bir şey bilinmiyordu ve henüz yenilenebilir enerji teknolojilerinden hiçbiri ticarileşmemişti. Bugün ise dünya, nükleer ve diğer fosil yakıtlar yerine, yenilenebilir enerji kaynakları kullanmaya başlanmıştır.

      *Ülkemizde nükleer santraller için yeterli uranyumun bulunduğu, yakıt olarak bir sıkıntımız olmayacağı öne sürülmüştür yıllardır. Oysa, yaklaşık 9000 ton civarında çok zengin olmayan ve yurtdışında yakıt için zenginleştirilmesi zorunlu olan bir uranyum rezervimiz var. Bu da, 1000 Mw’lık bir nükleer santralın, ancak 30 yıllık ihtiyacını karşılamaya yeter.

      *Yıllardır hiç dikkate alınmayan, önemli bir konu da; elektrik üretim, dağıtım ve iletim

      sistemimizde yaşanılan kayıp ve kaçaklardır. Resmi rakamlara ve Cumhurbaşkanımızın açıklamalarına göre bile; %18-25 oranında olan bu kayıplar, dünya ortalamasının en az 3 katı kadardır. İletim ve dağıtım hatlarında yapılacak ciddi iyileştirmelerle, trafo ve enerji üretim santrallerimizdeki birtakım teknolojik yeniliklerle, en az ülke üretim kapasitemizin ¼’ünü, yani 4-5 adet Akkuyu Nükleer Santrali’nin üreteceği elektriği sağlamış olacağız. Bu da bize 20-25 milyar dolar yerine, 1-2 milyar dolara mal olacaktır en fazla.

      *TÜSİAD’ın 1994 yılında DPT Uzmanı Vedat Şahin’e hazırlattırdığı ‘Türkiye’nin Enerji Raporu’na göre; Türkiye, her ürettiği ürün için, aynı ürünü üreten OECD ülkelerinden tam 2.5 kat daha fazla enerji kullanıyor. Ve yine aynı rapora göre Ülkemiz, basit, az maliyetli acil iyileştirmelerle ve bazı eski üretim teknolojilerinin modernizasyonuyla, kullandığı enerjinin %46’sını tasarruf edebilir. Mevcut enerji üretim tesislerinden elde edilen enerjinin aslında yarısını boşa kullanıyor. Kısaca delik ve kaçağı olan bir havuzu onarmak yerine, musluk satabilmek için, daha fazla muslukla doldurmayı öneriyor nükleer lobiler. En az 4-5 adet Akkuyu Nükleer Santrali’ne eş değer bir tasarruf potansiyelimiz mevcuttur. Bunun için de harcanacak paralar, yeni bir nükleer santral yatırımının yanında çok küçüktür.

      *Avrupa’da ve ABD’de uygulandığı gibi, şu an evlerimizde, işyerlerimizde kullandığımız fluorasan ve normal ampulleri, 5 kat daha az enerji tüketerek aynı aydınlatmayı sağlayan, yeni verimli kompak ampullerle değiştirmemiz durumda, en az 2 adet Akkuyu Nükleer Santral yatırımının sağlayacağı elektriği tasarruf edebileceğiz. Hem de bu ampulleri üretmek için kurulması gereken fabrikanın yatırımı 7.5 milyon dolara mal olurken, 2 adet Akkuyu Nükleer Santralının maliyeti 8-10 milyar dolara çıkacaktır.

      *Ayrıca, 35 yıldan beri yapılan yanlış planlamalara, senaryolara göre hesaplanan ve gerçekte neredeyse hep 2-3 katı kadar fazla çıkan enerji ihtiyaç rakamlarımıza baktığımızda bile, nükleersiz çözümlerin mümkün olduğu görülmektedir. İstanbul Sanayi Odası Dergisi’nin Temmuz 1999 sayısında, enerji durumumuz ile ilgili çok çarpıcı görüşler yayınlandı. Bu çalışmaya göre, sadece yap-işlet-devret modeline göre planlanan yatırımlar devreye girerse 20 392 Mw civarında ek kapasite yaratılacak. Neredeyse mevcut kurulu gücümüze yakın bir enerji arzı. Bu sonuçları köşesinde yorumlayan Ekonomi Yazarı Tevfik Güngör’e göre; ‘Eğer 2010 yılına kadar 42.0 bin Mw ek kapasiteye ihtiyaç var ise ve 1999 yılı Haziran ayında 20.3 bin Mw ek kapasite niyeti ortaya konulmuş ise, enerji konusunda endişelenmeye ve nükleer enerji yatırımlarını düşünmeye gerek yok demektir. Özel sektör ‘yap-işlet’ ve ‘yap-işlet-devret’ modellerinde enerji açığını kapatacak yatırımlara istekli görülmektedir.’( Enerji sorunu çözülemeyecek sorun değil, Dünya Gazetesi, 14 Temmuz 1999 ).

      *2010 yılında, ihtiyacımız olduğu söylenen ve kurulması planlanan 60 000 Mw’lık gücün, yalnızca %2’sini sağlayacak olan Akkuyu Nükleer Santrali’nin, enerji ihtiyacımızı nasıl karşılayacağını ve tek çözüm olabildiğini, eğer yapılmazsa nasıl karanlıkta kalacağımızı anlamak mümkün görülmemektedir.

      *Yapılan Ulusal enerji tasarrufu seferberliği sonucu, ABD’nin bugün ki yıllık enerji talebi, 1973 yılının altındadır. Oysa bir ekonomik kalkınma göstergesi olan brüt milli hasılada %40’lık bir artış gözleniyor. Enerji tüketiminin ekonomik büyümeyle birlikte arttığı efsanesi de artık sona eriyor. Yani ekonomik büyüme için, fazla enerji kullanmak ve gereksiz yatırımlar yapmak gerekmiyor.

       

       

    7. ÜLKEMİZDE YANLIŞ BİR ENERJİ-SANAYİLEŞME POLİTİKASI İZLENİYOR.
    8.  

      Ülkemiz; 50’li yıllardan beri enerji ve sanayi politikalarında uygulanan yanlışlıklar, plansız ve gerçekçi olmayan projeksiyonlar nedeniyle hızlı bir çıkmaza girmektedir. Kuşkusuz, bu temel yanlışlıklar, hem enflasyonun artmasına hem de sağlıksız bir büyümeye, yaşadığımız ekonomik krize neden olmaktadır. Türkiye kendisine ‘ağır sanayi’, ‘kirli sanayi’, ‘enerji yoğun sanayi’ yolunu seçmişse, sorun yaşaması kaçınılmazdır.

       

      Örneğin Fransa, kendi ülkesindeki çimento fabrikalarını kapatıp, Türkiye’nin ‘gururla’ özelleştirdiği 5 adet çimento fabrikasını satın aldı. Çimentoları bizden ithal ediyor ve bize de, bu fabrikaların kullandığı enerjileri üretmemiz için nükleer santral satmaya çalışıyor. Böylelikle bize hem nükleer santral pazarlıyor, hem de temiz ve sorunsuz bir şekilde çimento sağlamış oluyor. Biz ise, hem nükleer santrallerin parasını ödüyoruz, bu arada bütün riskine katlanıyoruz, hem de çevreye büyük zarar veren bir üretimi-ürünü, güzel ülkemizi kirletmek pahasına övünerek ihraç ediyoruz. Sonuçta pazarlanan yalnızca çimento değil; insanlarımızın sağlığı, çocuklarımızın geleceği, doğamızın ve kaynaklarımızın bizatihi kendisidir. Benzer şekilde sürekli sanayileşiyoruz diye övündüğümüz, ama üzerinde bu yönleriyle hiç düşünmediğimiz, farkına varmadığımız bir çok tesisimiz var. Otomotiv, tekstil, kimya ve demir çelik fabrikalarımız da, dünyadaki en kirletici ve enerji yoğun eski teknolojilerine sahip olma unvanlarıyla üretim yapmaya devam ediyorlar.

       

      Bir iddia da, nükleer teknoloji sayesinde, ülkemizin insan ve teknolojik kültürünün, altyapısının gelişeceği, kalitesinin artacağıdır ve ülkenin sanayileşmesinin hızlanacağıdır. Nasıl ki bilgisayarların mikroişlemcisini hazır alarak, bilgisayar yaptığımızı ya da F-16’ların elektronik ve mekanik tüm parçalarını ABD’den alıp, Türkiye’de monte ederek uçak yaptığımızı iddia edemezsek; nükleer santralı anahtar teslimi alınca da, ülkemize yüksek teknolojiyi sokmuş olmayacağız. Eğer gerçekten bu ülkede yüksek teknolojiye sahip olmak istiyorsak; yazılım, telekomünikasyon projeleri, rüzgar, güneş enerjisi, çevre teknolojileri, bilgi teknolojileriyle uğraşmak daha akılcı bir tercih olacaktır.

       

      Ulaştırma politikası olarak deniz ve demiryolu yerine, karayolları taşımacılığını benimsediğimiz için, ithal ettiğimiz enerji kaynaklarımızın yarısını da bu yolla harcıyoruz. Çünkü, Ülkemizdeki toplam kamyon ve otobüs sayısı, bütün Avrupa ülkeleri toplamından daha fazla.

       

      Ne için, kim için, ne kadar ve nasıl bir üretim-sanayileşme-enerji politikası izlediğimizin farkında değiliz. Bu yanlış sanayileşme politikalarını desteklemek ve beslemek için yapılan tüm enerji planlamalarının, hesaplarının ve yatırımlarının da, ne kadar yanlış ve yanıltıcı olduğunu ortadadır. Türkiye, sanayileşme politikalarını ve dolayısıyla sanayileşme tercihlerine göre belirlenen enerji planlamalarını eski teknolojilere, fosil yakıtlara göre değil, daha akılcı, verimli, temiz ve çevreyle uyumlu teknolojilere göre yeniden düzenlemelidir. Çünkü ‘yeni’nin planlaması, ‘eski’ye göre yapılamaz.

       

    9. PEKİ! NEDEN AKKUYU?
    10.  

      İlk nükleer santral kurma niyetlerinin 35 sene öncesine dayandığı ülkemizde, o günkü dünya konjonktürüne göre nükleer santral yapılmasına karar verilip, yer seçimi çalışmalarının yapılması 1972-1976’lı yıllara rastlıyor. 1970’li yıllardaki mevcut teknoloji ve etüt bilgilerine göre yapılmış olan çalışmalarla yeri belirlenen ve yer lisans onayı alan Akkuyu Nükleer Santral Projesinin, bugün benzer bir çalışma yapıldığı taktirde, artık lisans onayı alamayacağı ileri sürülüyor.

       

      1976 yılında Akkuyu’ya yer lisansı onayı veren 3 kişiden biri olan Prof. Dr. Tolga Yarman, 16 Ekim 1999 günü, Ankara’da TMMOB tarafından düzenlenen Nükleer Enerji Kongresi’nde yaptığı konuşmada, şu iddialarda bulunmuştur; ‘ Çeyrek yüzyıl önce verilen lisans bugün geçerli addedilemez; çünkü lisans verme kıstasları değişmiş sayılmalıdır ve yeniden vazedilmedir. Çeyrek yüzyıl önce verilen lisans, bir ‘Turizm Etki Değerlendirmesi’ni kapsamamıştır; çünkü santralin o zaman, bugünkü boyutta olmayan, turizme vereceği zarar diye, bir kavram yoktur. Ben bugün TAEK’te olsam, Akkuyu’ya lisans vermem. Lisans verilecek olsa şerh koyarım. Bunu ilan ediyorum. Aynı biçimde, inanıyorum ki, Profesör Yalçın Sanalan da aynı yönde bir tavır alırdı. Lisans başvurusunu TEK adına, Nükleer Santral Dairesi Başkanı Dr. Ahmet Kütükçüoğlu imzalamıştı. Bilerek söylüyorum ki, anlattığım sebeplerden dolayı, Dr. Ahmet Kütükçüoğlu, Akkuyu’ya dönük olarak, Kurumu adına böyle bir başvuruda bulunmaz; başvuruda bulunulacak olsa, başvuru yazısına imzasını koymazdı’.

       

      Viyana’da Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı’nda görevli olan Dr. Aybars Gürpınar’ın da yer seçimi ile ilgili ciddi uyarıları var;’ Ancak bir nükleer tesis için ( veya herhangi önemli bir yatırım için ) yer seçimindeki tek kriter güvenlik de değildir. Ekonomik, sosyal ve politik etkenler yer seçiminde büyük rol oynarlar...Bu aşamada nükleer santrallerin nüfusa ve çevreye verebilecekleri zararlar diğer enerji seçenekleriyle karşılaştırmalı olarak, yansız ve saydam bir şekilde değerlendirilmelidir...Türkiye’de kötü seçilmiş yerlere örnek maalesef çok fazladır. Sanayinin büyük bir bölümü Türkiye’nin en depremsel bölgelerinden birisi olan İstanbul-İzmit-Bursa üçgenindedir. Çevreye zararlı endüstri tesisleri en verimli ovalara kurulabilmektedir. Tesis-çevre optimizasyonu ya hiç yapılmamakta ya da politik kararları izleyen ve onları onaylamaya güdümlü birer rapor niteliği taşımaktadır. Türkiye nükleer enerjiyi geçerli bir seçenek olarak benimsediği takdirde nükleer güvenliğin uluslararası standartlara uymasını sağlamak zorundadır’ (Nükleer Santrallerde Güvenlik, Teknik İletişim Dergisi, 1996 ).Akkuyu’da nükleer santral kurma kararı için, o gün savunulan gerekçelerin, bugün neden geçersiz olduğunun bir kez daha altını çizelim;

       

      *Askeri, Ulusal Güvenlik Stratejileri Açısından Uygun Bir Bölge: 1970’li yılların

      konjonktürüne göre, önce Marmara ve Karadeniz Bölgelerinde kurulması düşünülen santral, Milli Güvenlik Konseyi’nden gelen itirazlar üzerine, Sovyetler Birliği ‘tehlikesi’ nedeniyle Güney’e kaydırılmış ve Akkuyu seçilmiştir. Ancak son gelişmeler nedeniyle, konjonktür artık değişmiş ve ‘tehdit bölgesi’, ‘tehlikeli komşular’ Akkuyu’ya daha yakın durumda şimdi.

       

      *Yer, Zemin ve Deprem Etütlerine Göre En Uygun Bölge: 25 yıl önceki teknolojik olanaklara ve bilgilere göre etütleri yapılarak onaylanan yer lisansının bugün için geçersiz olduğu ortadadır. ODTܒden Prof Dr. Polat Gülhan ile Prof Dr. M. Semih Yücemen tarafından 17 Ağustos depreminden sonra yayınlanan bir makalede şu görüşlere yer verilmiştir; ‘ Halen yürürlükte olan Deprem Bölgeleri Haritası (en son harita 18 Nisan 1996’da yürürlüğe girdi, Akkuyu için temel alınan ise 1972 yılına ait Deprem Bölgeleri Haritası idi ), Türkiye’nin ne ilk haritasıdır, ne de sonuncusu olacaktır. İleride geliştirilecek teknikler, farklı hesap yöntemleri, ülkemizin tektoniğini, kabuk yapısını, depremlerin kuvvetli yer hareketi özelliklerini daha yaygın şebekeler ile ölçme imkanlarının doğması, dünyada bu konuda geliştirilecek başka yaklaşımlar, yeni fay sistemlerinin varlığının anlaşılması sonucu bunun da yerini daha geliştirilmiş bölgelendirme haritalarının alması, belki de halen ABD’de olduğu gibi kısa ve orta periyottaki spektral ivmelerin haritalanması gündeme gelecektir. Bilimsel gelişmenin kaçınılmaz sonucu budur’ (Türkiye Deprem Bölgeleri Haritası Değişmeli midir?, Türk Mühendislik Haberleri, 1999/4).

       

      *Olası Bir Kazada Etkilenecek ve Tahliye Edilecek Nüfus Yoğunluğu Az Bir Bölge: Evet belki 25 yıl önceki koşullarda, gerçekten yoğunluk azdı. 25 yıl önce, kimse bu bölgenin bir turizm bölgesi olacağını, hem de yılda ülkemize 10 milyar dolar turizm girdisi sağlayacağını öngörememişti. Giderek turizmin Akdeniz’de, Antalya ve Mersin kıyıları arasında artmasıyla, özellikle yazın, nüfus yoğunluğu milyonlarca kişiye ulaşmaktadır. Nükleer bir kaza veya muhtemel bir deprem sonucundaki potansiyel radyasyon yayılımında; yalnızca Antalya, Mersin değil; ‘Böylesi bir durumda Türkiye, Ortadoğu Ülkelerinin-Kıbrıs, Yunanistan, İsrail, Suriye, Lübnan, İran, Irak, Ürdün, Mısır, Libya gibi- büyük risk altında olduğu ‘işaret ediliyor (Türkiye’deki Nükleer Reaktörlerdeki Potansiyel Bir Kazaya ilişkin Riskin Analizi ve Görselleştirilmesi, John Taylor ve Stuart Ramsden, Avusturalya Ulusal Üniversitesi. Greenpeace için 1998 yılında Kimyasal Taşınım Modeli ANU-CTM kullanılarak hazırlanmış rapor). Ayrıca daha önce çok iyi hesaplanmamış olan, nüfus yoğunluğu konusunun yanı sıra, en ufak ‘gerçek’ bir kazadan veya dış kaynaklı olarak çıkartılmış bir kaza ‘söylentisinden’, bölgede giderek artan turizm potansiyeli, narenciyecilik, sebzecilik gibi tarımsal faaliyetler de büyük zarar görecektir.

       

      *Santral, Mersin, Adana, Konya, Antalya Gibi Sanayi Kentlerine Elektrik Sağlayacağı için İletim Kayıplarının Az Olacağı Bir Bölge: Bu bölgelerin ihtiyacı olan elektrik zaten, Güneydoğudaki hidroelektrik santrallerden sağlanıyor. Buradaki amaç, Marmara, Bursa, İstanbul civarındaki sanayi bölgelerine, üretilen elektriğin, enterkonnekte hatlarla taşınmasıdır. Akkuyu’dan İstanbul’a bu elektrik taşınırken, önemli bir kısmı hatlarda kaybolacak. Kısaca yük merkezlerine de oldukça uzak bir bölgedir.

       

      *Nükleer Santraların İhtiyacı Olan Soğutma Suyu İçin Uygun Bir Bölge: Nükleer santrallerin deniz kenarında kurulmasının nedeni, soğutma suyuna ihtiyaç duymalarıdır. Fakat Akdeniz’in insanları gibi denizi de sıcaktır. Bu nedenle burada kurulacak santralın ‘termodinamik verimi’ Nükleer Mühendis Prof. Dr. Tolga Yarman’ın da sıkça dile getirdiği gibi düşük olacaktır. Teknik açıdan da, enerji verimi düşük olacak bir bölge seçilmiştir.

       

    11. ÇED YÖNETMELİĞİ AKKUYU’YA UYGULANMIYOR. UYULMASI GEREKEN ULUSAL/ULUSLARARASI MEVZUATLAR DİKKATE ALINMIYOR.
    12.  

      1976 yılında yer lisansı alınma aşamasından, bugüne kadar geçen çeyrek yüzyılda, Akkuyu Nükleer Santralı yapılırsa çevreye, denize, bitki örtüsüne, havaya, canlılara verilecek zararlar ve etkileri ile, sosyo-ekonomik sonuçlarının, toplumsal maliyetlerinin, fayda-maliyet alternatiflerinin neler olacağına dair, henüz ‘çok ciddi ve kapsamlı’ bir çalışma yapılmamıştır.

       

      17 Aralık 1996 günkü Resmi Gazete’de ‘Muhtelif Malzeme Satın Alınacaktır’ ilanıyla ihaleye çıkan TEAŞ tarafından, bugüne kadar Çevre Bakanlığı’na başvuruda bulunulup (her ne kadar bozacının şahidinin, şıracı olacağını biliyorsak olsak ta), ÇED süreci resmen başlatılmamıştır. Oysa 07.02.1993 tarih ve 21489 sayılı Resmi Gazete’de yayınlanarak yürürlüğe giren yönetmelikte, Nükleer Santraller; Ek-I listesi 1-b bendinde bulunmaktadır. Dolayısıyla, bu tür faaliyetler ÇED Raporu hazırlamakla yükümlü faaliyetler listesinde yer almaktadır.

       

      Akkuyu Nükleer Santralı İhalesi için, TEAŞ tarafından, ihaleden, hatta yer lisansından önce ÇED başvurusu yapılması gerektiği halde, henüz yapılmamıştır. TEAŞ ısrarla, ülkemizde ‘ciddiyeti ve bilimselliği’ taraflı hazırlandığı için tartışılır olan, resmi ÇED Mevzuatına uymaya bile gerek duymamıştır. Savunma olarak ta; ihale sonuçlanıp, kazanan firma belli olunca, ÇED raporunu firma yaptıracak denmektedir. Oysa, bunca sene Akkuyu’da altyapıya 100 milyon dolar harcayıp, bir de ihaleyi sonuçlandırdıktan sonra (MAI ve Uluslararası tahkime göre, geri dönüşü olamayacak), ÇED onayının alınması, her koşulda önceden zaten garantilenmiş, kabul edilmiş demektir.

       

      Çevre Bakanlığı’nda görevli ve ÇED konularında uzman olan İrfan Önal’ın, Akkuyu konusunda Çevre Bakanlığı’nın görüşünü açıkladığı tebliğine göre; ‘Çevre-Sanayi ilişkilerinin en üst yönetim biçimi olan ‘ Çevresel Etki Değerlendirmesi’, çevreyi doğrudan ya da dolaylı olarak, olumlu ya da olumsuz yönde etkileyen bir faaliyetin, bu etkilerinin, bu faaliyetle ilgili yatırımlara başlamadan önce henüz karar verilme aşamasında iken, irdelenmesi ve bu faaliyetin yaratabileceği olumsuz etkilerinin önlenmesi ya da çevreye zarar vermeyecek ölçüde en aza indirilmesi için alternatif çözümlerin belirlenmesinde kullanılan bir yöntemdir. ÇED çalışmalarında en önemli konulardan birisi raporun hazırlanma zamanıdır. Bu genelde ‘en erken safha’ olarak tanımlanır. Burada en erken safha, proje için kesin uygulama kararı verilmeden ve yatırımlara başlamadan önceki safhadır. Burada önemli olan, projenin çevreye olumsuz etkileri olması durumunda, projenin uygulanmaması ve yapılacak mali giderlerin ve zaman kaybının önlenmesidir.’,’ Ancak bugüne kadar Bakanlığımızda söz konusu faaliyetin gerçekleştirilmesi ile ilgili olarak faaliyet sahibi tarafından herhangi bir başvuruda bulunulmamıştır.’(Çevresel Etki Değerlendirmesi Açısından Nükleer Santraller İle İlgili Mevzuat, ME.Ü. Mühendislik Fakültesi Derlemeler Dizisi 3, Akkuyu Nükleer Santralı Özel Sayısı).

       

      Akkuyu Bölgesi için, maalesef bugüne kadar kapsamlı, gerçekçi, güvenilir, ‘çok ciddi ve bilimsel’ bir çalışmanın yapılmadığını biliyoruz. Ancak kısmi olanaklarıyla yöreyi inceleyip, bağımsız bir rapor hazırlayan Çukurova Üniversitesi Ziraat Fakültesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Güngör Uzun’a göre; ‘Akkuyu santral sahası çevresiyle birlikte Türkiye’nin güney sahilindeki, topoğrafik özelliklerin de elvermesinden kaynaklanan insan etkisinin fazla zarar veremediği nadir yerlerden biridir.’, ‘ Küçük körfezlerin biyolojik üretkenliğinin sulak alanlardan bile fazla olduğu gerçeği de göz önüne alındığında Akkuyu Körfezi daha da önem kazanacaktır.’, ‘ Bununla birlikte Türkiye’de doğal alanların giderek yok olduğunu da göz önünde bulunarak, Akkuyu’da yapılacak fiziksel gelişmeler için iyi düşünüp, bilimsel veriler ışığında doğru karar vermek zorundayız. Çünkü bizler aynı zamanda kaybettiklerimizin hiçbir zaman geri getirilemeyeceğinin bilincindeyiz. Bugüne kadar Akkuyu ile ilgili çalışmalarda mevcut çevresel özellikleri belirlenme ötesine gidememiştir.’ ( Nükleer Santral Kurulması Planlanan Akkuyu’nun Doğal Özellikleri, TMMOB Türkiye Enerji Sempozyumu 1996 ’ya sunulan tebliğ ).

       

      Ayrıca Akkuyu’da yapılmaya çalışılan nükleer santral projesi, Türkiye’nin çevre konusunda doğrudan taraf olduğu, aşağıda listesini yayınladığımız Ulusal/Uluslararası Anlaşmalara, Protokollere ve Deklarasyonlara aykırı bazı özellikler taşımaktadır.

       

      *Avrupa ve Akdeniz Bitki Koruma Teşkilatı Hakkında Sözleşme, Paris 1951 ( Türkiye 10.08.1965 )

      *Kuşların Korunması Hakkında Uluslararası Sözleşme, Paris 1959 ( R.G. 17.12.1966, Sayı 12480 )

      *Dünya Kültürel ve Doğal Mirasının Korunmasına Dair Sözleşme, Paris 1972 (R.G. 14.02.1983 Sayı 17959 )

      *Avrupa’nın Yaban Hayatı Ve Yaşama Ortamlarını Koruma Sözleşmesi, Bern 1979 ( R.G. 20.02.1984, Sayı 18318 )

      *Uluslararası Öneme Sahip Sulak Alanlar Hakkında Sözleşme, Ramsar 1971

      *Akdeniz’in Kirliliğe Karşı Korunması Sözleşmesi, Barselona 1976 ( R.G. 12.06.1981, Sayı 17368 )

      *Akdeniz’in Kara Kökenli Kaynaklardan Kirleticilere Karşı Korunması Hakkında Protokol, Atina 1980 ( R.G. 18.03.1987, Sayı 19404 )

      *Akdeniz’de Özel Olarak Korunan Alanlara İlişkin Protokol, Cenevre 1982 ( Türkiye 06.11.1986)

      *Biyolojik Çeşitlilik Sözleşmesi ( 5 Haziran 1992, Rio )

      *Stockholm, İnsan Çevresi Deklarasyonu, 1972

      *AGİK Helsinki Nihai Senedi, 1975

      *Akdeniz’in Kirliliğe Karşı Korunması Sözleşmesi, Cenova Deklarasyonu, 1985

      *BM/AEK Flora, Fauna ve Yaşam Ortamlarının Korunması Deklarasyonu, 1988

      *BM/AEK Çevrenin Korunması ve Doğal Kaynakların Rasyonel Kullanımı için Bölgesel Stratejisi, 1988

      *Avrupa Çevre ve Sağlık Şartı, Frankfurt 1989

      *Akdeniz Bölgesinde, Avrupa Akdeniz Çevre İşbirliği Lefkoşe Şartı, 1990

      *Akdeniz Bölgesinde, Avrupa-Akdeniz Çevre İşbirliği Kahire Deklarasyonu, 1992

      *Gündem 21, 1992

    13. STK’LAR, ‘SAĞDUYULU’ İNSANLAR VE AKKUYU’LU KÖYLÜLER, 1978’DEN BERİ ‘ATOMA SANTRALINA HAYIR’ DİYOR.

     

    Akkuyu Nükleer Santral projesine ilk tepkiler, yörede halkın çok sevdiği, o zamanki Köy-Kop Genel Başkanı Aslan Eyice önderliğinde, 1978 yılından itibaren giderek artan bir tempoda gelişti. Bu tepkilere tercüman olan ve köşesinde bu mücadalenin bayraktarlığını üstlenen değerli yazar merhum Örsan Öymen ve yerel basın sayesinde, bu mücadele kamuoyuna taşındı. Yine, 1978 yılında başlayan bu mücadeleye, TMMOB ve Elektrik Mühendisleri Odası yoğun destek verdi. Mersin yöresinin tüm beldelerinde ve ilçelerinde toplantılar, paneller yapılarak, halk bu konuda bilgilendirildi.

     

    1990’lara kadar gündeme gelmeyen bu konu, tekrar ısıtılıp kamuoyunun önüne konulunca, tepkiler hem yerel, hem de ulusal/uluslararası boyutta tekrar canlandı. Bu kez tüm dünyada ve dolayısıyla ülkemizde de gelişen yeşil, çevreci hareketler ve sivil toplumsal hareketlerle de bütünleşen bu mücadele, çok renkli, geniş çaplı bir Nükleer Karşıtı Platforma dönüştü.

     

    Bu platformun içinde; KESK, DİSK, TÜRK-İŞ gibi sendikalardan, Türk Tabibler Birliği, Türk Diş Hekimleri Birliği, Türk Barolar Birliği, Türk Veteriner Hekimleri Birliği,TMMOB gibi saygın meslek örgütlerine, Atatürkçü Düşünce Derneklerinden, Halkevlerine, Ziraatçılar Derneğinden, Mersin Yardımlaşma ve Kültür Derneğine, DHKD, ÇEKÜL’den, Akkuyu’nun Büyükeceli Çevre Derneğine, ODTÜ Öğretim Üyeleri Derneğinden, Fizikçiler Derneğine, çeşitli partilerden, binlerce sağduyulu yurttaşa kadar çok farklı unsur bir araya geldi. Bu platform, nükleer santralara karşı; 1993 yılında kısa bir sürede 170 000 imza toplayarak, o zaman ki TBMM Başkanı Hüsamettin Cindoruk’a sundu.Yine aynı yıl ilk Nükleer Karşıtı Kongre Ankara’da toplandı.

     

    Nükleer Karşıtı Platform ve Yöre Belediyeleriyle birlikte, 1993 yılından beri düzenli olarak, 5-6 Ağustos tarihlerinde her yıl Akkuyu’da Şenlikler yapılıyor. Bu şenliklere, Ülkemizin dört bir yanından yüzlerce duyarlı insan, kurum ve kuruluş katılıyor. Daha önceki yıllarda çeşitli partilere mensup milletvekili Fikri Sağlar, Aydın Güven Gürkan, Ercan Karakaş, İstemihan Talay, Ali Er şenliklere katılıp, bu mücadeleyi desteklediklerini kamuoyuna açıklamışlardır.

     

    Özellikle Greenpeace Türkiye Ofisi’nin yoğun çabaları ve katkılarıyla, hem yörede, hem de Türkiye çapında renkli, ses getiren nükleer karşıtı eylemler gerçekleştirildi.

     

    En son 18 Nisan 1999’da yapılan belediye başkanlığı seçiminde, daha önce nükleer karşıtı gibi görünen, ama yapılan manipulasyonlar sonucunda birden nükleerci olan (eskiden de CHP’li olup, sonradan ANAP’a geçen) eski belediye başkanına karşı, nükleer santrale karşı çıkan şimdiki Belediye Başkanı; 2 kat fazla oy alarak seçilmişti. Fakat, bir takım bilinen ve bilinemeyen vaatlerle (belediyenin borcunu temizlemek, yeni işçi istihdamlarını Belediye Başkanının yakınlarından sağlamak gibi), malum uygulamalarla, yeni başkan ve yöre halkı üzerinde de çeşitli oyunlar, yoğun baskılar yapılıyor. Oysa Büyükeceli Belediye Başkanı Hümmet Büyük, 10 Temmuz 1999 günü, halk oylaması öncesinde şu açıklamayı yapmıştır; ’35 yıldır yılan hikayesine dönen bu nükleer santral projesi yüzünden, yöremiz yaşamsal bazı yatırımlardan, özellikle de turistik tesislerden mahrum bırakıldı. Kıyılarımız Akdeniz’in en güzel ve el değmemiş kıyılarıyla dolu. Yöre belediyeleri olarak, 2 hafta kadar önce Ankara’ya gelerek TEAŞ’a nükleer santrale karşı olduğumuzu bildirdik. Akkuyu körfezini yabancı nükleer şirketlerin çıkarlarına kurban ettirmeyeceğimizi kendilerine duyurduk’. Akkuyu Nükleer Santralı’nın yapılması planlanan Büyükeceli’ye komşu olan Yeşilovacık’ın Belediye Başkanı Halil İbrahim Yetkin’de, yine 10 Temmuz 1999 günü yaptığı basın açıklamasında, şunları dile getirmiştir; ‘Göreve geldikten sonra, soyu tükenme tehdidi altında bulunan Akdeniz Foku’nu Belediyemizin simgesi olarak seçtik. Bu sevimli deniz canlılarının resmi koruma altına alınmış bulunan yaşam alanlarına, kirletici reaktörler inşa edilmesine izin vermeyeceğiz. Halkımız buna karşıdır ve bu durumda nükleer santral planı hayata geçirilemez.’ ( Greenpeace Basın Açıklaması, 13 Temmuz 1999 ).

     

    11 Temmuz 1999 tarihinde Yeşilovacık ve Büyükeceli’de yapılan halk oylamasında, katılanların %84’ü Akkuyu Nükleer Santrali’ne hayır demiştir.

     

    Türkiye’de Nükleer Santral yapılmasına karşı çıkan, Ülkemiz için çok ciddi ve önemli uyarılarda bulunan Türk kökenli; Cem Özdemir, Ekin Deligöz, Özcan Mutlu, Mahmut Erdem, Gıyasettin Sayan, Mehmet Kılıçgedik, Fazile Kekik gibi Almanya Federal ve Eyalet Milletvekilleri ile Avrupa Parlemontosu Milletvekili Ozan Ceyhun’un, 14 Ekim 1999 günü imzalayıp Türkiye’ye gönderdikleri mektupta, şu görüşler yer almaktadır; ‘1970’li yıllarda kurduğu nükleer santrallerden kurtulmaya çalışan Almanya’da federal parlamento, eyalet parlamentolarında ve belediye meclislerinde görevli olan biz Türkiye kökenli insanlar, nükleer enerji santrallerinin Almanya’da neden yenilerinin kurulmadığını ve kurulu olanlardan kurtulmaya çalışmasının nedenlerini sizlerle paylaşmak istiyoruz.

     

    Dünyayı enerji sıkıntısından kurtaracağı sanılan nükleer santraller, Amerika ve Ukrayna’daki kazalar sonrası güvenli teknoloji olma özelliğini kaybettiler. Çalıştırılmaları için gerekli ek maliyetler, öngörülen çalışma süreleri dolmadan kapatılmalarını ekonomik açıdan cazip hale getirdi.

     

    Kapatılması planlanan nükleer santrallerin sökülüp, kısa ve uzun vadeli olarak bertaraf edilmesi işleminin santralın yatırın ve işletme maliyetlerinin 5-10 misline eriştiği ortaya çıktı. Kullanılmış nükleer yakıtların uzun vadeli depolanması tesislerinin maliyetlerini halen tüm dünya ülkeleri nasıl karşılayacağını kara kara düşünmektedir. Almanya’da kapatılması düşünülen mevcut nükleer santrallerin kaç yılda kapatılabileceği üzerine değerlendirmeler sürmektedir. Almanya’nın ekonomik gücü ve teknik kapasitesi ile bile bu pislikten ancak 20-25 yılda kurtulabileceği tartışılmaktadır.

     

    Türkiye’de enerji sektörü yatırımlarını yönlendiren karar vericilere, tüm dünyanın kurtulmaya çalıştığı nükleer santralleri Türkiye’de kurmamalarını ve ülkenin geleceğini karartmamalarını öneriyoruz

     

    AB, nükleer santrallere yatırım yapılmasına karşı olduğu için, Türkiye gibi deprem bölgesinde yer alan bir ülkede nükleer santral yapılmasına izin verilmeyeceğini beyan etti.

    EK: TÜRKİYE’NİN MEVCUT ELEKTRİK ÜRETİM/TÜKETİMİ,

    NÜKLEER SANTRALSİZ ENERJİ PLANLAMALARI VE ELEKTRİK BİRİM MALİYETLERİ KARŞILAŞTIRMASI ( EMO Yönetim Kurulu Aralık 1999 Raporu).

     

    Kilowatt Başına İlk Kuruluş Maliyetleri

     

    Hidrolik Santraller (baraj gövdesine bağlı olarak değişir)

    750 – 1.200 US$

    Linyit Santralleri

    1.600 US$

    İthal Kömür Santralleri

    1.450 US$

    Doğal Gaz Santralleri

    680 US$

    Nükleer Santraller

    3.500 US$

    Rüzgar Santralleri

    1.450 US$

     

    İşletme Aşamasında Maliyetler

    Marjinal maliyetler yani işletme aşamasında bir kwh enerjinin üretilmesi için gerekli maliyet sıralaması kilowattsaat (kwh) başına aşağıdaki şekildedir.

     

    Hidrolik Santrallerde

    0.0005 US$

    Linyit Santrallerinde

    0.0250 US$

    Doğalgaz Santrallerinde

    0.0300 US$

    İthal Kömür

    0.0350 US$

    Rüzgar Santrallerinde

    0.0450 US$

    Nükleer Santrallerde (ABD)

    0,0720 US$

    ABD gibi çok yüksek teknolojiye sahip bir ülkede kwh başına ortalama elektrik enerjisi maliyeti kwh başına 2.5 cent iken, ABD nükleer santrallerinde ortalama elektrik enerjisi maliyeti 7.2 centtir. Avrupa nükleer santrallerinde ise kwh başına ortalama maliyet 8 – 12 centtir.

     

    Ülkemizde Elektrik Enerjisi Göstergeleri

    TEK kurulana kadar düzenli ve güvenilir istatistik yoktur. 1970 yılından sonraki veriler aşağıdadır. Puant güç, yıl içinde kullanılan en yüksek güç değeridir. Örneğin, 1999 yılında, çeşitli nedenlerle, kurulu gücümüzün en fazla, %46 sını, yani kapasitemizin ancak yarısını kullanmışız.

     

    Yıllar

    Kurulu Güç (MW)

    Puant (MW)

    Kurulu Güç/ Puant Oranı

    1970

    2.234

    1.539

    1.45

    1975

    4.186

    2.872

    1.45

    1980

    5.118

    3.947

    1.29

    1985

    9.119

    5.758

    1.58

    1990

    16.315

    9.056

    1.46

    1991

    17.206

    9.903

    1.74

    1992

    18.713

    10.986

    1.70

    1993

    20.335

    11.852

    1.71

    1994

    20.857

    12.495

    1.67

    1995

    20.951

    13.876

    1.50

    1996

    21.246

    14.164

    1.50

    1997

    21.889

    16.230

    1.35

    1998

    24.680

    17.500

    1.41

    1999

    26.292

    18.000

    1.46

    Kaynak: TEK, TEAŞ ve TEDAŞ istatistikleri.

     

    Yıllar

    Brüt Üretim (Milyar kwh)

    Brüt Tüketim (Milyar kwh)

    1970

    8.60

    8.60

    1975

    15.70

    15.70

    1980

    23.30

    24.60

    1985

    34.20

    36.30

    1990

    57.00

    56.30

    1991

    60.20

    60.50

    1992

    67.30

    67.20

    1993

    73.80

    73.40

    1994

    78.30

    77.80

    1995

    86.20

    85.50

    1996

    94.90

    94.80

    1997

    104.30

    106.50

    1998

    112.20

    115.10

    1999

    115.00

    118.00

    Kaynak: TEK, TEAŞ ve TEDAŞ istatistikleri.

    Not: 1999 yılı tahminidir.

     

    Net Tüketim Verileri

    31.12.1998 tarihi itibarı ile 1998 yılı net tüketim verileri aşağıdadır.

     

    Brüt Üretim ve Dışarıdan Alınan:

    114.022.700.000 kwh

    İç Kayıplar:

    3.666.238.232 kwh

    Şebekeye Verilen:

    110.356.461.768 kwh

    İletim Kaybı % 3.4:

    3.752.119.700 kwh

    Tüketime Sunulan:

    106.604.342.068 kwh

    Kaçaklar % 4:

    4.264.173.683 kwh

    Dağıtım Kayıpları %18:

    21.320.868.414 kwh

    TEDAŞ Net Satışları:

    81.019.299.972 kwh

    Kaynak: TEAŞ & TEDAŞ İstatistikleri

     

     

    31.12.1998 tarihi İtibari İle TEDAŞ’ın 1998 yılı Tüketiminin Sektörel Dağılımı

     

    Tüketim Yeri

    Tüketim Miktarı (kwh)

    Yüzde Oranı

    Ev ve Ticarethaneler

    23.090.500.492

    28.20

    Resmi Daireler

    3.645.868.499

    4.50

    Sokak Aydınlatması

    3.321.791.299

    4.10

    Sanayi

    50.961.139.682

    63.20

     

    Elektrik Enerjisinin kwh başına Maliyeti

    TEAŞ bugün kendi santrallerinde hidrolik enerjinin kwh’ni 443 TL’ye ve termik santrallerde 15.221 TL’ye üretmektedir.

    TEAŞ ortalama maliyeti = (termik üretim x 15.221 + hidrolik üretim x 443)/ Toplam üretim şeklinde hesaplanabilir.

    1999 yılı TEAŞ ortalama maliyeti = (45.026.763.000 x 15.221 +29.794.863 x 443)/74.821.626.000 = 9. 336 TL’dir.

    İletim ve dağıtımdan kaynaklı maliyetler düşünülünce satışa esas fiyat = 18.672 TL olarak bulunur.

     

    Oysa, TEAŞ bugün YİD ve Yİ modelleriyle yapılan santrallerden çok pahalı fiyata enerji almaktadır. Bu fiyatlar sözleşmeler bazında farklılıklar göstermesine karşın fiyatın 8 – 12 cent civarında olduğu bilinmektedir. (1999 yılı ortalama Amerikan Doları satış kuru 400.000 TL alındığında bu fiyatların 32.000 – 48.000 TL arasında değiştiği görülmektedir.) Bu durum enerji maliyetlerini olumsuz yönde etkilemekte ve dolaylı olarak kamu aleyhine işleyen bir süreç yaşanmaktadır. Bugün su rejimine bağlı olduğu iddia edilse de 1999 yılı içerisinde hidrolik üretimin geçmiş yıllara göre düşük olmasının nedeni Yİ ve YİD modelli yüzde yüz alım garantili sözleşmelerdir.

     

    Ülkemiz bugün 26.300 Mw’lık kurulu gücü ve 160.000.000.000 kwh’lik yıllık üretim kapasitesine karşın 18.000 Mw’lık puant değerini ve 118.000.000.000 kwh’lik ülke ihtiyacını karşılayamıyorsa burada sorgulanması gereken enerji bürokrasisidir. Enerji yetmezliği değil ‘enerji bürokrasisi yetmezliğini’ sorgulamak gerekir.

     

    Termik santrallerimizde kapasite kullanma oranı gelişmiş ülkelerin % 15-20 gerisindedir. Termik santrallere yapılacak yatırımlarla hem kapasite kullanma oranı yukarı çekilecek, hem de verimleri artacaktır.

     

    Ülkemizin 2010 yılında 375.000.000.000 kwh ve 2020 550.000.000.000 kwh brüt enerji ihtiyacı olacağı senaryosu bir fantezidir. Bu varsayımlar, ben hiç altyapı yatırımı yapmayacağım ve bugünkünden daha kötü bir yönetimle enerjiyi çarçur edeceğim demektir. (sadece dağıtım hatlarında yapılacak yatırımlarla % 10’luk bir iyileştirme bu talep tahminlerini otomatik olarak % 10 aşağıya çekecektir.)

    Gerek geçmiş yıllar trendi incelendiğinde gerekse gelişmiş ülkelerin durumuna bakıldığında böylesine abartılı bir talebin olamayacağı görülmektedir.(1972 Yılında Başbakanlık Atom Enerjisi Komisyonu üyeleri Prof. Dr. Nejat AYBERS, Prof. Dr. Sadık KAKAÇ ve Prof. Dr. Ahmet Yüksel ÖZEMRE’nin hazırladığı raporda yer alan; ilki 1981’de ve yedincisi 1997’de devreye girmek üzere yaklaşık 7.000 MW’lık nükleer santralın zorunlu olduğu, çünkü 1981’den sonra ulusal kaynakların tükeneceği ve toplam elektrik enerjisi ihtiyacı içindeki payının da %18 olacağı tahmininin, bugün hiç bir anlam ifade etmediğini hatırlatmak yararlı olacaktır.). ETKB ulusal kaynakları alabildiğine küçük, talebi de olabildiğince büyük göstererek Akkuyu Nükleer Santral projesini haklı göstermeye uğraşıyor. DPT, biri 30 Haziran 1999’da diğeri ise 11 Ekim 1999’da iki kez ETKB’ye mektup yazarak, olur verdikleri projelerle ülkemizin 2000 yılından itibaren bir atıl kapasiteyle karşılaşacağını açıkça belirtmiştir.

     

    Kısa Dönem Talep Tahmini: 2000 – 2004 Yılları

    Dağıtım kayıplarının beş yıllık kademeli bir geçişle % 18’den %10’a (her yıl %1.6 düşürülmesi ile beş yılda toplam % 8 puan aşağı çekilebilir) düşürülmesi hedeflenmeli, kaçakların % 4 olarak aynı kalacağı ve iletim kaybının % 3.4 olarak aynı kalacağı varsayılabilir. Beş yıllık dönem için yıllık ortalama % 8 artmasını öngörelim. Buna göre 2000 ile 2004 yılları arasındaki enerji ihtiyacı tablosu aşağıdaki gibi olacaktır. Geçmiş yıllar trendi incelendiğinde 1999 yılı için tahmin edilen net tüketim 88.000.000.000 kwh alınabilir

     

    Yıl

    Net Tüketim (milyar kwh)

    TEAŞ Satış (milyar kwh)

    Şebekeye Verilen (milyar kwh)

    Brüt Üretim (milyar kwh)

    2000

    95.040

    119.396

    123.599

    127.817

    2001

    102.643

    126.407

    130.857

    135.322

    2002

    110.854

    133.882

    138.594

    143.324

    2003

    119.723

    141.851

    146.844

    151.855

    2004

    129.300

    150.349

    155.841

    160.953

     

    Orta Dönem İhtiyaç Planlaması 2005 – 2014 Yılları

    Dağıtım kayıplarının % 10’da sabit kalacağı, kaçakların sıfırlanacağı, iletim kaybının aynı kalacağı ve ortalama yıllık talebin ilk beş yıl için % 7 ikinci beş yıl için % 5 artacağı esasında bakılırsa 2009 ve 2014 yıllarında

     

    2009 Yılı Net Tüketimi:

    181.351.000.000 kwh

    2009 Yılı Brüt Üretimi:

    215.711.000.000 kwh

     

     

    2014 Yılı Net Tüketimi:

    231.455.000.000 kwh

     

     

    2014 yılı Brüt Üretimi:

    275.309.000.000 kwh

    olacaktır.

     

     

    Uzun Dönemde İhtiyaç Planlaması 2015 – 2030 Yılları

    Bu dönemde Türkiye’nin gelişmiş ülkeler seviyesini yakalayacağı, enerji yoğun üretim teknolojilerinden az yoğun teknolojilere geçeceği, nüfus artışının yıllık yüzde 0.5’e düşeceği, kaçak olmayacağı, dağıtım kayıplarının % 10 ve iletim kayıplarının % 3.4’te sabit kalacağı ve sonuç olarak yıllık elektrik enerjisi ihtiyacının % 2 artacağı esasında bakılırsa 2020 ve 2030 yıllarında aşağıdaki tablo ile karşılaşılacaktır.

     

    2020 Yılı Net Tüketimi:

    260.656.000.000 kwh

     

     

    2020 yılı Brüt Üretimi:

    310.042.000.000 kwh

     

     

    2030 yılı Net Tüketimi:

    324.093.000.000 kwh

     

     

    2030 yılı Brüt Üretimi:

    385.499.000.000 kwh

    olacaktır.

     

    Kısa, Orta ve Uzun Dönem Elektrik İhtiyacının Karşılanması

    Ülkemiz bugün klasik üretim biçimleri olan hidrolik ve termik teknolojilerin yanı sıra dünyadaki gelişmeleri de dikkate alır bir noktadan ihtiyaç ve kaynak planlaması yapmalıdır.

    Fotovoltaik/güneş pilleri, bu konuda henüz yaygın kullanılabilir ve ucuz bir teknoloji yoktur. Ancak 2015 – 2020 yıllarından sonra fotovoltaik pillerin maliyeti diğer teknolojilerle kıyaslanabilir noktaya gelecektir.

     

    Yani 2005 yılından itibaren rüzgar teknolojisi ve 2015 yılından sonrada fotovoltaik piller yaygın olarak kullanılacaktır. Dolayısıyla ihtiyaç planlamasında kısa dönemde düşünülmese bile orta vadede rüzgar santralleri ve uzun dönemde rüzgar ve fotovoltaik piller önemli elektrik üretim aracı olacaktır. Dünyadaki yeni teknolojileri dikkate alan yeni enerji planlama tekniklerini hızla devreye sokulmalı ve gerçekçi bir planlama yapılmalıdır.

     

    Kısa Dönem İhtiyacın Karşılanması: 2000 – 2004 yılları

    Beş yıllık kısa dönemde termik santrallerde KKO kademeli olarak % 41’den % 56’a çıkarılabilir. Bu oran gelişmiş ülkelerde % 70’ler civarındadır. Bu dönemde kurulu güce çok fazla bir katkı gerekmemektedir. Ülkemiz bugün kurulu bulunan 14.364 Mw’lık termik santralden, ancak 46.000.000.000 kwh elektrik üretmektedir. Beş yıllık dönem içerisinde termik santrallere yapılacak yatırımlarla kademeli olarak beş yılda % 15 fazla kapasite kullanılabilir hale gelecektir. Bu da yıllık, 15.000.000.000 kwh fazladan üretim demektir.

    2000 ile 2004 yılları arasında kurulu güç 27.000 Mw’tan, 4.000 Mw’lık hidrolik ve doğalgaz santralı kurularak 31.000 Mw’a çıkarılması ve talep tahmin bölümündeki kayıp kaçak oranlarının sağlanmasıyla bu dönem sorunsuz olarak geçilebilir.

     

    Yine kısa dönemde devlet rüzgar santralleri konusundaki pilot uygulamalara başlamalıdır ve beş yıllık dönemde en azından 2.000 Mw’a çıkılmalıdır.

     

     

    Yıl

    Kurulu Güç (MW)

    Puant (MW)

    2000

    27.000

    19.000

    2001

    27.500

    20.000

    2002

    28.000

    21.500

    2003

    29.000

    22.300

    2004

    31.000

    23.000

     

    Orta Dönem İhtiyacın Karşılanması: 2005 – 2009 Yılları

    Termik santraller ortalama olarak % 55 kapasitede kullanılması hedeflenmelidir. Rüzgar santralleri konusunda 5.000 Mw hedeflenmelidir. Talep tahmin bölümündeki ihtiyacın karşılanması için ki 2009 yılında 45.000 Mw kurulu güce ve 30.000 Mw puant değerine ulaşılacaktır. Bu beş yıllık dönemde ihtiyaç duyulan toplam 14.000 Mw ek kurulu güçün 3.000 Mw’ı rüzgar santrallerinden, 1.000 Mw’ı jeotermalden geri kalan kısmı ise hidrolik, linyite dayalı termik ve doğal gazlı santraller kurularak karşılanabilir. Bu dönemde fotovoltaik teknolojinin öğrenilmesi açısından devlet AR - GE teşviklerine ve pilot uygulamalara yönelmelidir.

     

    Uzun Dönem İhtiyacın Karşılanması: 2010 – 2030 yılları

    Bu dönemde talep tahmin bölümünde de belirtildiği gibi büyümenin ve enerji talebinin azalacağı, rüzgar santrallerinin yaygınlaşacağı ve fotovoltaik pillerde pilot uygulamaların yaygınlaşacağı bir dönemdir. 2020 yılında kurulu güç 60.000 Mw ve puant 43.000 Mw olacaktır. 2030 yılında ise 75.000 Mw kurulu güce ve 53.000 Mw puant değerine ulaşılacaktır. Bu ihtiyaç yine ulusal sınırlar içerisinden, hidrolik, jeotermal, rüzgar, linyit ve dışarıdan doğal gaz alınarak karşılanabilir.

     

    Enerji geleceğimiz, uluslararası finans kuruluşları ve uluslararası tekellerin kar beklentileri doğrultusunda şekillendiriliyor. Bugün ülkemizdeki kwh başına ortalama elektrik enerjisi maliyeti 3.3 senttir. Oysa Yİ ve YİD modelleriyle yaptırılan enerji santrallerinde % 100 alım garantisi de verilerek 8 – 12 sent’e enerji satın alınmaktadır. Bu projeler TEAŞ’ın mali yapısını bozmakta ve kurum batağa sürüklenmektedir.

     

    Buradaki ikinci önemli husus ise elektrik enerjisi maliyetlerinin bu şekilde artmasıyla ortalama satış fiyatı artmakta ve bu durum hem sanayinin rekabet gücünü azaltmakta hem de enflasyonist bir etki yaratmaktadır. Böylesi bir yaklaşımın ne denli ulusal olduğu TBMM tarafından sorgulanmalıdır.

     

    Ülkemizin önümüzdeki on yıllık dilimde sadece elektrik enerjisi üretimi için 90 Milyar Amerikan Doları yatırım ihtiyacı olduğunu söylemek, bu enerjiyi iletmek, dağıtmak ve sanayide kullanmak için bu miktarın dört katı yatırım yapmayı gerektirir. Bu ise ETKB’nin ikinci fantezisidir.

     

    Ülkemizde elektrik sektöründe dış kaynak kullanımı %20 civarındadır. Bu oran küçük ölçekli doğal gaz santralleri ile yukarıya doğru çıkmaktadır. 2020 yılına kadar ki sunulan planlara bakıldığında sektördeki dışa bağımlılık %56’ya yükselecektir. Elektrik enerjisi bürokrasisi nükleer santral lobileri ile YİD ve Yİ lobilerine teslim olmuştur.

    Halen inşası sürmekte olan hidroelektrik santraller kasıtlı olarak tamamlanmamaktadır. Bu santrallerin Yİ modeli ile tamamlanması yolu tercih edilmiştir. Oysa bunların büyük bir çoğunluğunda işin yaklaşık %90’ı tamamlanmış durumdadır. Ülkemiz yetmiş yılda yaklaşık 100 milyar dolar dışarıya borçlanmışken, 2020 yılına kadar lobilerin dayattıkları sözde çözümlerle, sadece elektrik sektöründe verilecek imtiyazlarla fazladan yaklaşık yüz milyar dolarlık bir ek borçlanma getirecektir.

     

    Enerji Bakanı Cumhur Ersümer’in “Akkuyu kararından bizi ancak Allah döndürebilir” açıklaması son derece tehlikeli bir yaklaşımdır. Böylesi bir yaklaşımla Sayın Bakan kendisini uyarılara ve demokratik tepkilere kapadığını ve ne denli sağduyudan uzak olduğunu ilan etmektedir. Kimse bakanlık koltuğuna gelişini bir takım tanrısal bahşetmeler olarak algılamamalı ve demokratik bir seçimle gelen bir vekile yine demokratik bir tepkiyle karşılık verilmelidir.

     

    EMO Yönetim Kurulu, yaşananları ciddi bir sorumsuzluk olarak değerlendirmektedir. İnsana ve doğaya saygılı bir yönetim anlayışı yerleşmediği sürece, yaşananların bundan sonra da tekrarlanabileceğini üzülerek belirtmek isteriz. Çevreyle ilgili yasa ve mahkeme kararlarının dahi uygulanmadığı, çöp dağlarının altında insanların can verdiği, hastane atıklarının dahi ber tarafının sağlanamadığı ülkemizde, yeni nükleer projeler yeni nükleer felaketlerin ancak habercisi ve hazırlayıcısı olacaktır.

kinodelia

fragman | sinema | üniversite
dosya | sahaf | arşiv | yazarlar