kinodelia-akademi
Benim yolum dünyanın daha taze bir algılanmasının yaratımına doğrudur.


AĞACA BAKALIM; ORMANA DA !


ODTÜ Çevre Topluluğu'nun çıkaracağı dergiye yazı yazma önerisiyle karşılaşınca kafamda daha önceden de var olan, üniversite ve topluluklara ilişkin bazı sorular canlanıverdi. Topluluk bülteni çıkarma, topluluk üretimleri ve giderek üniversite kavramı arasında sıkı bağların olduğu bir tartışmayı açmak gerekiyor. 

Benzer bir süreci geçen sene Elektrik Topluluğu’nda yaşamıştık. ‘Küçük ama şirin’ bir topluluğumuz olan Elektrik Topluluğu olarak geçen sene bir dergi çıkarma çabası içine girdik ve maalesef başarılı olamadık (umarım Çevre Topluluğu’nun bu  dergisi çıkma fırsatı bulur. Kafamızdaki derginin içeriğini ise şu şekilde oluşturmuştuk: Kendi alanımızla ilgili birkaç yazı ve geri kalan yazıların da topluluk üyeleri ve onların arkadaşları tarafından değişik konularda yazılması. Burada hemen hemen bütün toplulukların yaptığı veya yapmaya çalıştığı bir şeyi gözlemliyoruz: Belli bir konuda odaklanmamış; topluluğun ilgi alanıyla ilgili yazılardan çok, bazı bireylerin ilgi alanlarının rasgele bir araya getirilmesiyle oluşturulmuş bültenler çıkarmak. Yani her ne kadar bültene ‘topluluk bülteni’ ismi verilse de topluluğun kolektif ürünlerinin, etkinliklerinin aktarılması veya başlı başına kolektif bir etkinlik olmaktan çok ‘yazıların derlenmesi’ şeklinde gelişen bir süreç.

Burada bir parantez açmam gerekiyor sanırım: Niyetim elbette bağcıyı dövmek değil üzüm yemek! Yani, son birkaç yıldır üniversitemizin kültürel hayatında gözle görülür bir kısırlaşma yaşanıyorken, zor şartlar altında da olsa bir bülten çıkarma fikrini karşıma almak gibi bir düşüncede değilim kesinlikle. Bu açıdan bu tür çabalar kesinlikle olumludur ve mutlaka geliştirilmelidir. Sadede gelecek olursak, bir derginin nasıl çıkarılması üzerine değil tabii ki asıl tartışmak istediğim konu. Derdim, bugün üniversite(leri)mizdeki öğrenci topluluklarının içinde bulunduğu nahoş duruma dikkat çekmek ve buradan hareketle Türkiye’de üniversite kavramını ve onun içeriğini bugün neyin doldurduğunu tartışmak.

Öncelikle toplulukların ortaya çıkış sürecini özetlemekte yarar var:
Türkiye’deki üniversitelere baktığımızda, öğrenci topluluklarının kurulma ve üniversitenin kültürel hayatının önemli bir unsuru haline gelme sürecinin 12-13 yıl öncesine uzandığını görüyoruz. 12 Eylül sonrasının yoğun liberalizasyon, apolitikleşme ve baskı ortamında öğrenci gençliğin sindirildiği ve kendi kabuğuna çekilmek zorunda bırakıldığı dönemin ardından 80’lerin ikinci yarısından itibaren üniversitelerde bir hareketlilik gözlenmeye başladı. Bu dönemde yaygın öğrenci örgütü tipinin dernekler olduğunu gözlemliyoruz. Uzun süren sessizliğe bir çığlık koptuğunda bu, yeni sesleri de kendisine katmakta gecikmedi ve deyim yerindeyse öğrenciler “örgütlülüğe olan hasretlerini” dernek tipi örgütlenmelerde dindirme fırsatı yakaladı. Fakat bir süre sonra gelinen noktada dernekler değişik nedenlerle öğrencilerden kopmaya başladı ve ‘öz örgütlülük’ iddiasını tamamen kaybetti. Aynı dönemde ise, özellikle ‘önemli’ üniversitelerde(ODTÜ, İÜ, Boğaziçi vs.), belki derneklerin öğrencinin kendisini ifade etmekten uzak yapısına bir tepki olarak, son yıllardaki hareketliliği de arkasına alarak ardarda ‘otonom’(başına buyruk, merkezsiz) örgütlenmeler, yani topluluklar(kollar, kulüpler) ortaya çıkmaya başladı. 90’ların başlarında ise artık bu üniversitelerde topluluklar geniş bir öğrenci kesiminin kendisini ifade etmeye çalıştığı yapılar haline gelmişlerdi.

2000’in ilk yıllarına gelindiğinde ise bu toplulukların bir ‘kriz’ içerisine girdiğini fark ediyoruz: Üretememe ve darlaşma krizi! Bunun sebeplerini tek başına toplulukların faaliyetlerine ve üretimlerine bakarak aramaya çalıştığımızda ise çıkış yolu bulamadığımızın farkına varıyoruz. Çünkü ülkemizin bütün kurumlarının özellikle 1980’den sonra girdiği liberalleşme sürecinin gençlik kitleleri üzerinde yarattığı etki ve bu gençlik kitlelerinin eğitim gördüğü kurumların da liberalizm rüzgarının en önüne katılmasıyla birlikte birbirini tamamlayan unsurlar bir araya gelmiş ve doğal olarak bu da etkisini üniversitenin akademik ortamında ve kültür-sanat hayatında acı sonuçlar doğuracak şekilde göstermiştir.

Üniversiteler artık günümüzde kapitalist ekonomik sistemin birer birimi olmuştur ve bunun ötesinde bir faaliyet içerisinde bulunmasına izin verilmemektedir. Üniversite her anlamda bir fabrikaya dönüştürülmektedir. Şöyle ki; 

Tıpkı bir fabrika gibi birbirinin aynısı ürünler vermektedir. Yetiştirilmeye çalışılan ürünün  özellikleri ise bireycilik, kültürsüzlük, vizyon sahibi(!)(sermayenin vizyonuna sahip) olmak, iş bitiricilik...olarak sıralanabilir. Bu özellikler sağlandıktan sonra ürün ambalajlanır ve piyasaya sunulur!

Günümüzde bir çok işletmenin uygulamaya soktuğu ve sermayenin emek sömürüsünü yoğunlaştırmanın bir adımı olan Toplam Kalite Yönetimi’nin eğitimde de uygulanması  gündemdedir. Burada da üniversite bir fabrika gibi düşünülmekte ve kapitalizmin son moda yöntemlerinin buraya uygulanması düşünülmektedir.

Ama üniversitenin sistem içerisindeki asıl yeri bunlardan belki daha da tahrip edici olarak kapitalizmin kendisini (geniş ölçekte) yeniden ürettiği merkezler olmasıdır. Bu anlamda üniversiteler bugün sermayenin ideolojik hegemonyasını idame ettirme misyonu biçilen birer birim durumundadır. Kaynağını asıl olarak CIA’dan alan son dönemlerin gerici akımlarının tamamı kendisine üniversitelerde dayanak aramış ve ne yazık ki ajan olduğu kanıtlanmış birçok profesör aracılığıyla da bu dayanağı sağlamıştır. Burada aslında bu emperyalist merkezlerin planı kendi içerisinde son derece tutarlıdır. Öyle ya; eğer siz üniversiteyi uluslar arası tekellerin teknolojik araştırmalarını yapan, uluslar arası emperyalist sistemin beyin gücünü sağlayan, tekellerin ekonomik çıkarlarının en dolaysız bir şekilde ifadesini bulduğu bir ‘arka bahçe’ haline getirmek istiyorsanız, bu çabanıza ‘içerden’ karşı çıkacak unsurları da maniple etmeniz gerekir. Bunu sağlamanın olmazsa olmaz  yollarından biri de o ‘içeri’nin kültürünü kendi emperyalist kültürünüzle şekillendirmenizdir. İşte bugün kapitalizmin bütün üniversitelerinde ve tabii ki Türkiye üniversitelerinde de yaşanan durum budur. Üniversitenin kültürünü şekillendirme mücadelesi veren toplulukların içinde bulunduğu durum da ancak bu parametreler göz önünde bulundurulduğunda daha anlaşılır ve çözüm geliştirilebilir bir hal alabilir.

"Çözüm ne olabilir?" sorusuna gelecek olursak...Bence bugün içinde bulunduğumuz liberal üniversite modeli devam ettikçe toplulukların da genel olarak içinde bulunduğu ‘bedbaht’ durumdan kurtulması pek mümkün görünmemektedir. O halde ; 
 

  • Topluluklarımızı ‘yeni bir üniversite’ fikri etrafında çekim merkezleri haline getirmek, 
  • Daha çok öğrenciye bu fikirleri anlatabilmenin yollarını bulmak, 
  • Liberal üniversite ve liberal kültür ortamından rahatsızlık duyan bütün toplulukların birlikte hareket etme olanaklarını yaratmak ve
  • Son kertede, üniversitenin bu halde olmasının sermayenin genel planının bir parçası olduğunun ayırdında olarak bu genel planı bozmaya çalışan toplumsal güçlerle ortak hareket etmek,
öğrenci topluluklarının öğrencilerle bütünleşebilmesi ve yaşadığı durgunluğu yaratıcı üretimlerle aşabilmesi açısından gereklidir, diye düşünüyorum. 

Bu değişim süreci; üniversitenin bilimsel, bağımsız, özerk ve demokratik bir yapıya dönüştürülmesi, bu yapının önemli bileşenlerinden biri olan toplulukların da faaliyetlerini verimli ve yaratıcı bir şekilde sürdürebilmesi hedefi, uzun soluklu bir mücadeleyi gerektiriyor. İşte bu mücadele verildiğinde ve başarıya ulaştığında, yazının başında sözünü ettiğim türden bültenler kendiliğinden çıkan yayınlar olacak ve üniversitenin geniş kültürel mozaiğini oluşturan birer renk halini tam anlamıyla alabilecektir. 

O  halde bugünkü üniversite modeli değişmelidir. Üniversiteler toplumun ihtiyaçlarına göre yeni baştan ele alınmalı ve alternatif üniversite modeli tartışmaya açılmalıdır. Bu alternatif üniversite modeline doğru gelişen hareket bugün onurlu bir şekilde ayakta durmaya çalışan topluluklara kan taşıyacaktır...


kinodelia