ULUSAL EKONOMİ ACİLEN İSTİKRARA KAVUŞTURULMALIDIR
Bağımsız Sosyal Bilimciler -İktisat Grubu
Türkiye ekonomisi, temel dengelerini yitirmiş bulunmakta ve gittikçe şiddetlenen bir iktisadi bunalım süreci
yaşamaktadır. 1998in ilk çeyreğinden itibaren gözlenen son 12 çeyrek-dönemin yedisinde ulusal gelir
daralma yaşamış ve "istikrarsızlık-kriz-yapay büyüme-istikrarsızlık" sarmalında bir kısır döngü içine itilmiş
görünmektedir. Süreklilik kazanan bunalım, hükümetlerin sadece son birkaç yılda uyguladıkları "yanlış
tedbirlerin" ya da "teknik hatalarının" değil, 1980den bu yana uygulanan ve ulusal ekonominin dengelerini
denetimsiz ve yönlendirilmemiş piyasa güçlerine terketmeyi amaç edinmiş olan neo-liberal politikaların bir
sonucudur. Bu anlamda, 1980 sonrasında, özel bir çabayla Türkiyeyi gelişmiş ülkeler blokunun ve
uluslararası finansal sermayenin hegemonik çıkarları doğrultusunda şekillendirmeye girişen ve her bunalım
dönemini ulusal ekonominin bağımsız yönetimini kısıtlayıcı politikalarını dayatmak için yeni bir fırsat sayan
IMF-Dünya Bankası ikizi, kronik istikrarsızlığın ve tıkanan büyüme olanaklarıyla birlikte, son istikrar
programının da başarısızlığa uğramasının baş sorumlusudur.
Türkiye ekonomisinin son yirmi yıllık deneyimi, "özel sektör öncülüğünde piyasa ekonomisi" ve "sermaye
hareketleri serbestisi" sayesinde tüm ekonomik sorunların aşılacağı efsanesinin iflas etmiş olduğunu çok açık
bir şekilde belgelemektedir. Denetimsiz, yönlendirilmemiş ve başıboş piyasa güçleri, ne döviz kurunda, ne
de faiz oranlarında istikrarlı dengeyi sağlayamamakta, piyasa, istikrarlı büyüme, yatırım, istihdam ve gelirin
adaletli dağılımı konularında açıkça "tökezlemektedir".
Türkiye, ödemeler dengesinde, sermaye hareketlerini 1989 yılındaki 32 Sayılı Kararname diye bilinen
politik bir adım ile bütünüyle serbestleştirmiş durumdadır. Böylece dış sermaye hareketleri üzerindeki bütün
kontroller ve denetim kaldırılmış, Türk finans piyasaları kısa vadeli sıcak paranın spekülasyonuna açılmıştır.
Bu yapı altında, ulusal piyasalarda Merkez Bankasının döviz ve faiz kurunu birbirinden bağımsız biçimde
birer politika aracı olarak kullanabilme olanağı yitirilmiş ve ulusal finans piyasaları kısa vadeli spekülatif
yabancı sermaye hareketlerinin denetimi altına girmiştir. Bu finansal yapı, ekonomiyi doğrudan doğruya
yüksek faiz ve TLyi yapay olarak değerli kılan bir döviz kurunun cenderesinde tutmaktadır. Bu olgu
karşısında, ulusal Merkez Bankası para politikasını sürdürebileceği araçlar üzerindeki denetimini kaybederek
döviz rezervlerini idare eden bir "muhasebe kuruluşu" konumuna indirgenmiş durumdadır.
Bu süreçte, devlet özellikle 1990dan sonraki yıllarda ulusal ekonominin yönlendirilmesi işlevini tamamen
yitirmiş, topyekün bir reform statejisi ile makroekonomik istikrarı yeniden oluşturabilmek yerine, ekonominin
birikim önceliklerini doğrudan doğruya kısa vadeli dış sermaye girişlerinin özendirilmesine dayandırarak,
ekonominin geleceğini kısa süreli ve yapay büyüme kazanımları üzerine kurmayı tercih etmiştir. Bu tercih,
ulusal ekonomiyi tamamen konjonktürel ve dışsal olgulara bağımlı hale getirmiş, ekonominin kısa çevrimli,
mini büyüme-kriz-istikrar sarmallarına sokulmasına neden olmuştur. Bu süreçte, kamu kesimi borç servisi
yükü sürdürülemez boyutlara ulaşmış; kamu kesimi tasarruf ve yatırım yapamaz hale gelmiş; özel sektör
birikim tercihleri giderek reel üretici sektörlerden uzaklaşarak, spekülatif birikim alanlarına yönelmiş; kaynak
tahsisine rantiyeler egemen olmaya başlamış ve işgücü piyasalarında marjinalleşme ve kuralsızlaştırma
artarken, gelir dağılımı da ciddi biçimde bozulmaya itilmiştir. Bu tercihin bir uzantısı olarak devlet, normal
vergi gelirleri ve/veya harcama sistemi üzerine yapacağı radikal bir reform ile makro dengelerini sağlamak
yerine, doğrudan doğruya kamu mallarının (satışı) özelleştirilmesi yoluyla gelir yaratmayı amaçlamış ve
ulusal ekonominin öz kaynaklarını küresel sermayenin spekülatif kazanç alanına çekmeyi hedeflemiştir.
Ulusal ve uluslararası sermayeye doğrudan doğruya rant aktarımına yol açan ve bir dizi hukuksal sakatlık ve
yolsuzluk öğeleri içeren bu çabalar ise kamuoyuna "yapısal reform" söylemi altında sunulmaktadır. Bu
aşamada "enflasyonu düşürme" vahim bir saptırmaca içermekte ve bu stratejik dönüşüme kamuoyu karşısında
meşruiyet kazandırma işlevi görmektedir.
Böylece, mali sistemde radikal bir reform gereğini özelleştirme gelirleri ve iç borçlanma ile ikame etmeyi
yeğleyen bu stratejik tercih sonucunda Türkiye bütçesi, artık sosyal devlet ilkelerinden bütünüyle uzaklaşmış
ve kendi işlevini tamamıyla iç borç faiz idaresine indirgemiş durumdadır. Dolayısıyla, istikrar programı
açısından bütçe, önce kamu hizmetlerini, sonra da bunların finansmanını planlayan geleneksel yaklaşımı
tamamen terk ederek, sadece belli bir süre içerisinde yeterli gelir toplanıp toplanamayacağı aritmetik
hesabına dayanan ve bu hesabın ulusal makroekonomik kalkınma ve toplumsal gelir dağılımı açısından
sonuçlarının neler olacağının artık düşünülmediği bir belgeye dönüştürülmüştür.
Bu koşullar altında öne sürülecek "istikrar programları"nın ve/veya kriz yönetimi çabalarının ekonomik
bunalıma ağır toplumsal çöküntüler yaratmadan son veremeyeceği ve Türkiye ekonomisinde sağlıklı ve
dengeli büyümeyi sağlayamayacağı ortadadır. Türkiye ekonomisinin sanayileşme ve reel üretim artışlarına
dayalı, sağlıklı bir büyüme yapısına kavuşturulmasının ancak kapsamlı ve eşanlı bir kamu kesimi, mali kesim
ve ödemeler dengesi reformuyla sağlanabileceği unutulmamalıdır. Bu bağlamda:
- Kamu kesimi reformu, vergi gelirlerinde etkinliği arttırıcı tedbirler içermeli ve sermaye gelirlerinin
vergi havuzuna katkısını arttıracak biçimde tabanı genişletilmelidir;
- Kamu kesiminin büyüklük hedefi belirlenir iken kamu yatırımları ile özel sektör yatırımları
arasındaki tamamlayıcılık ilişkisi göz önünde bulundurulmalı, kamu kesiminin yatırım potansiyeli "devleti
küçültme" dogmasına feda edilmek yerine, ekonominin stratejik büyüme hedeflerine göre saptanmalıdır;
- Kısa vadeli yabancı sermaye girişleri, uluslararası deneyimlerde etkisi ve başarısı sınanmış
araçlarla kontrol altına alınmalı; ulusal ekonominin yatırım öncelikleri, uluslararası kısa vadeli
sermayenin spekülatif giriş çıkışlarına dayalı konjonktürel ve sanal büyüme-kriz sarmalına
terkedilmemelidir. Ulusal ekonomiden sermaye çevrelerine aktarılan ve reel olarak %30lara ulaşan
spekülatif arbitrajın önüne geçilmeli, Merkez Bankasının ulusal tasarrufların arttırılması ve yatırımların
stratejik önceliklerine göre yönlendirilmesi işlevinde bağımsız döviz kuru ve faiz politikası izleme
olanağı geliştirilmelidir;
- Yurt içi borç stokunun mali sisteme ve giderek tüm reel ekonomiye olan yükünü azaltmak için
Hazine, Merkez Bankası ve bankacılık kesimi arasında, borcun vadesini uzun döneme yayan ve bu borcun
reel faiz yükünü düşüren bir düzenlemenin (konsolidasyonun) yöntemleri araştırılmalıdır. İç borcun
konsolidasyonu ancak sermaye hareketleri üzerine getirilen kontroller ile birlikte ele alınabilir. Bu
seçenek dışında 2001i orta-uzun dönemde yeniden istikrarlı büyüme patikasına sokacak başka bir çıkışın
olmadığı bilinmelidir;
- Gerek varsayımları, gerekse hazırlanış felsefesi ile çökmüş bulunan 2001 yılı bütçesi yerine yeni ve
gerçekçi bir bütçe yapılmalıdır. 1999u %6 reel daralmayla geçirmiş olan ulusal ekonominin 14 ay
sonrasında yeniden 2001 bütçesinin öngördüğü biçimdeki ölçekte daraltılmasının ve reel faiz yükü ile
sıkıştırılmasına toplumun tahammülünün kalamayacağı açıktır.
Bağımsız Sosyal Bilimciler -İktisat Grubu: Korkut Boratav, Nazif Ekzen, Alper Güzel, Yakup Kepenek,
Aziz Konukman, Ahmet Köse, Oğuz Oyan, Erdal Özmen, Cem Somel, Sinan Sönmez, Fikret Şenses, Erol
Taymaz, Oktar Türel, Serap Aşık Türüt, İşiaya Üşür, Erinç Yeldan.
|